“Antidepresan çağı”nın suçlusu 

-Bu yazıyı 14 Ekim 2019’da yazıp kenara koymuştum. Soner Yalçın’ın “Kara Kutu” kitabına denk düşünce paylaşmaya karar verdim.-

İyi öğrencilerimden birine söylendim, “Son günlerde kafan fazla dağınık, böyle değildin.”

İlaç aldığını söyleyince, ne ilacı olduğunu sordum.

“Dikkat dağınıklığım için antidepresan alıyorum” demesin mi!!

“O ilacı hemen bırak” dedim, “zira dikkat dağınıklığın ilacı almazken bu kadar değildi.”

Sonraki gün. Psikiyatri profesörü bir arkadaşıma “ilaç tedavisine başvurmadan terapi uygulayacak bir doktor tanıyıp tanımadığını” sordum.

“Zor” dedi bizimki, “genellikle doğrudan ilaç başlanır, terapi uzun iş.”

Bir süre önce de.

Uykusuzluktan şikayet ettiğim başka bir psikiyatr arkadaşım “antidepresan yazayım” demişti.

İrademi bir ilaca teslim etmektense uyumamayı seçmiştim.

Halâ uykusuzluk sorunu yaşıyorum. 

Eczacıbaşı Tıp Onur Ödülü’nü alan Profesör Marsel Mesulam Hürriyet’e verdiği söyleşide “Şimdilerde bir psikiyatra gidip oturup konuşmak imkânsız gibi. Gidiyorsunuz, teşhis konuluyor ve ilaç yazılıyor” diyor.

Ekliyor: “Psikiyatrik problemlerin çoğu hapla değil, konuşarak tedavi edilmeliydi.” 

İlaç firmasının ödülünü alıp, ilaçla tedaviyi göklere çıkarmayan biri. İlginç.

Tımarhaneye dönüşen dünyanın “depresyon çağı”nda, “antidepresan çağı”nı yaşıyorsak tıp ve ilaç ikilisinin sorgulanması gerekiyor.

6 yıl önce, 10 Mart 2013 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan “Tıp Bize Ne Yapıyor?” başlıklı köşe yazım tam da bunu anlatıyordu.

Soner Yalçın, “Kara Kutu” kitabında yine ezberleri bozuyor ve “sorgusuz sualsiz ilaç yutma dönemini sorgulanır hale getirelim” diyor. Okuyun.

KEŞKE

Keşke, Milli Eğitim Bakanlığı ülkedeki tüm öğrencilerin özel okullarda okuduğunu düşünerek kararlar alıp, ara tatilleri artırmasa. Eğitim disiplini, konsantrasyonu ve çocukların kime emanet edileceğini düşünseler biraz…

Keşke, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarından, kültür ve tabiat varlıklarını koruyacak başka bir kurul daha olsa.

Keşke, muhalefet partileri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “mektup” diye tutturmak yerine “Trump’a Bolivya’nın sürgün lideri Morales’i sordun mu?” diye tuttursalardı.

Keşke, şehir hastaneleri yapımında özelden vazgeçip kamuya dönülmesi gibi, yatak sayıları az, daha küçük hastanelere de dönülse. 

HABER GÜZEL DE ODAK YANLIŞ

RTÜK, görüşlerine uymayan personel için 120 bin liraya, 10 km uzakta kat kiralamış. Ayda 9 bin lira da servis ücreti ödeniyormuş.

Haber güzel. Başlık da güzel, “personele sürgün.” Güzel de, haber “böyle savurganlık olmaz” cümlesini merkeze almış. 

Meseleyi, çalışanlara uygulanan “mobbing”de değil de, savurganlıktan görmek! 

Başka da diyeceğim yoktur.

KAMU SPOTU MU???

Haftada bir yazınca konuya girişim de geç oluyor.

Diyanet’in “cep telefonlarıyla mücadele” filmi, kadının aile içi rolü üzerinden tartışma yarattı.

Kendi fikrimi söylüyorum;

Bir, Diyanet’in işi aile içi iletişim değil, “ilahi ilişkiler”e odaklansın yeter.

İki, filmin kadın konumlaması yanlış da, oyunculuk hepten yanlış. Çay getiren kadının yüz ifadesine bakınca telefona gömülen adama hak veriyorsun.

Üç, en fazla 15 bin liraya mal edilebilecek filme 295 bin lira ödenmiş olması, kadın rolünü tartışmaktan daha vahim aslında.

Dört, “kamu spotu” ve “fahiş fiyat”, büyük bir meselenin küçücük bir parçası. Kamu spotları yapımı, eşe dosta para aktarmanın en kolay yolu. Ekranlar o yüzden kamu spotu kaynıyor.

Beş ve en önemlisine gelince, televizyonların etki gücü tartışılırken iletişim işinin kamu spotuna havale edilmesi saçma değil mi? 

DÜŞÜN DÜŞÜN

Bir medya yöneticisi arkadaşımla konuşuyoruz.

Akşama, kurumlarından emekli olan bir gazetecinin yemeğine gideceğini söylüyor.

Sevindirik oluyorum, bizimki şaşırıyor.

“Bak” diyorum, “medya dünyasından biri işten atılmadan, istifa etmek zorunda bırakılmadan, birileri tarafından istenmeyen kişi ilan edilmeden emekli olma fırsatı bulmuş. Sevinilmez mi?”

Arkadaşımın sesi düşüyor. Meğer, emeklilik yemeği verdikleri arkadaş da işten atılanlardanmış. O da demiş ki “işten atmayın da ben emekli olayım.”

KAHRAMANLIK?

Geçen hafta. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD gezisinde, Hilal Kaplan’ın “Mazlum Kobani’yi Beyaz Saray’da ağırlayacak mısınız?” sorusu ve Trump’ın “Gerçekten gazeteci misin?” demesi tartışıldı.

Bu diyalogdan kimi kahramanlık hikâyesi çıkardı, kimi problem alanı yarattı.

Hilal Hanımı hiç tanımam. Hakkında olumluya ya da olumsuza giden hiçbir fikrim yok.

Konuya gazetecilik açısından bakarım.

O zaman da “O soru öyle sorulmazdı” derim. 

“Terörist olduğu belgelenmiş birine gösterdiğiniz ilginin, Türkiye’ye saygısızlık olduğunu düşünmüyor musunuz?” demek gerekirdi.

Kahramanlığa gelince.

Trump’ın sorusuna “Siz ne kadar ABD Başkanıysanız, ben o kadar gazeteciyim” denseydi tarih, Hilal Hanımı kahraman gazeteci sınıfına sokardı.

O ARAŞTIRMADAN BU SONUÇ ÇIKMAZ ERDAL BEY

Vehbi Koç Vakfı Genel Müdürü Erdal Yıldırım, gazeteci Özlem Gürses’e bir araştırmadan söz etmiş.

Araştırma soruları şöyleymiş:

-Geçtiğimiz ay tanımadığınız bir kişiye yardım ettiniz mi?

-Herhangi bir kurum için gönüllü olarak çalıştınız mı?

-Herhangi bir kuruma bağış yaptınız mı?

Türkiye bu araştırmada 130. olmuş. 

Erdal Bey durumu “güven bunalımı”olarak yorumluyor.

Birbirimize ve kurumlara güvenmiyormuşuz.

Dediği doğru, güvenmiyoruz.

Ancak bu sonuç, o sorulardan çıkmaz. Ya sorular yanlış, ya yorum yanlış ya da bilgi eksik.

DAHA SÖNÜK BİR GÖKYÜZÜ

Yıldız Kenter de gitti. 

Tüm zarafetiyle ve tüm haşmetiyle, koyup gitti.

Kasımları sevmememe bir neden daha…

“BANA BİR ŞEY OLMAZ”

Herkese her şeyin olabildiği bir ülkede, “bana bir şey olmaz” cümlesini kurmak idrak kaybıyla açıklanabilir.

Bilinç bulanması denebilir.

Ve fakat. 

Bu cümleyi ilk kullanan Gülben Ergen’e gerçekten hiçbir şey olmuyor. İnsan buna sevinmeli de şaşmalı da derken…

Norm Ender de konserde Gülben’leşmeyi seçmiş, “bana bir şey olmaz” demiş.

Ya bunlar özgüven patlaması yaşıyor ya da sırtlarını dayadıkları yer sağlam.

DOĞRU, YANLIŞ YERDE ARANMAZ

Küfür, en ağır şiddet yollarından biri, kabul edilemez. Bu doğru.

Ve fakat.

Fenerbahçe Basketbol koçu Obradoviç’in maç molasında, oyuncularına küfretmesi bizim sorunumuz değil.

Maydanoz olmamıza gerek yok.

Molalar tıpkı soyunma odaları gibi takımın mahrem yerleri.

Kameraların koçun ağzının içine kadar sokulmasını sorgulayabiliriz. Sporcusuna küfrünü sorgulamak bize düşmez.

Her biri son derece zeki ve çevik, kendi haklarını koruyabilecek yeterlilikte olan sporcular şikayet ettiğinde konu bizi ilgilendirir.

AKLIMDA KALAN

Bir, “ayrıntılara takanlar oldukça dünya güzel” düşüncesi: Yazar Hasan Ali Toptaş, “Beni Kör Kuyularda” kitabı üzerine konuşurken “Sosyal medyada bir akademisyenin –de’yi, -da’yı ayıramadığını gördüysem o bana dert oluyor. Birkaç gün aklımdan çıkaramıyorum, evin içinde dolanıp duruyorum. Keşke etkilenmesem” diyor. İyi ki etkileniyor. Ne zaman bir iletişim öğrencisinin sınav ya da ödev kağıdında aynı hatayı görsem ben de deli danalar gibi dolanıyorum odamın içerisinde. Bu derin ayrıntılardan etkilenmeyi bıraktığımızda dünya daha kaba, vasat, hödük bir yer olmayacak mı?

İki, 23 Nisan’ın 100’ü: 23 Nisan’ın 100. Yılı yaklaşıyor ve kapsayıcı hiçbir kutlama hazırlığı duyurusu yapılmıyor, farkında mısınız? Sokakları dolduran kalabalıklarla festival havasına sadece ülkemizin değil, dünyanın da ihtiyacı var.  Kaldı 157 gün. [email protected] @23nisanin100u #23nisanin100ü 

 

Diğer Yazıları