Ara Güler’in gönül objektifinden Yaşar, Çetin, Orhan ve Nâzım…
Haftalar önce bir öğleden sonra adını taşıyan Beyoğlu’ndaki bir kafede bir araya geldik Ara abiyle… “Madem haftalar önce buluştun, şimdi niye yazıyorsun?” diye soracak olursanız; anlattıklarını ancak idrak edebildim. O da benim eşekliğim olsun…
Masada her zamanki kadim dostu ve yardımcısı Fatih Aslan ile ‘genç arkadaşım’ dediği etnik müzik yorumcusu Züleyha vardı.
“Oo İzzet Efendi, biz de okeye dördüncü bekliyorduk, hoşgeldin” diye karşıladı beni.
Her zamanki gibi azarlanmaya, tatlı küfürleriyle paylanmaya ve irfanından istifade etmeye hazır bir şekilde, saygıyla ilişiverdim gösterdiği sandalyeye…
Ara abi, demli çayından bir yudum aldıktan sonra ilk ayarını verdi:
“Ulan pezevenk sen piyasada röportaj yapacak adam mı bulamıyorsun da dönüp dolaşıp yine bana geliyorsun. Yoksa üç sene önce başladığımız ropörtajı tamamlayamadın mı hala? E be acemi yoksa bu senin ilk röportajın mı?” deyip bastı kahkahayı!
-“Yok be Ara abicim ben ilk röportajımı 30 yıl önce lise sondayken rahmetli Çetin Altan’la yapmıştım.”
MİLLETİN VEKİLİ MİLLETTEN NASIL DAYAK YEDİ?
-“Sen ne bilirsin Çetin Altan’ı. Dur sana rahmetliyle başımıza gelen bir hikaye anlatayım da gül biraz... Yanılmıyorsam 1969 yazıydı, Çetin, Akşam Gazetesi’nde çalışıyordu. Elinde ufak bir fotoğraf makinesiyle yanıma geldi, “Ya usta bir anlatsana bu zamazingo nasıl çalışır” diye sordu.
Baktım herif işi ciddiye almış “Oğlum o iş öyle olmaz, sokaklara düşüp basalım deklanşöre de öğren fotoğraf nasıl çekilirmiş” dedim.
Kahvehaneler, imalathaneler, gecekondu mahalleleri anlayacağın gerçek İstanbul’u yasıntan nereler varsa gidip dertlerini dinleyip, fotoğraflarını çekeceğiz.
İyi ki de niyetlenmişiz bu işe. Çünkü o gün başlayan maceramız sonradan ‘Al İşte İstanbul’ kitabının ortaya çıkmasına neden oldu.
Vurduk Ihlamur Yokuşu’ndan yukarı. Çetin de o zamanlar Türkiye İşçi Partisi milletvekili. Çalıştığı Akşam dönemin sol gazetelerinden; TİP için de herkes “komünist” diyor. Bizimki adının bilinmesini istemiyor bu yüzden de soran olursa göbek adı ‘Hüseyin’i kullanmamızı tembihliyor bana sıkı sıkı. Neyse uzatmayayım Ihlamur’dan yukarı doğru çıkıyorduk. Bunun Volkswagen marka bir arabası vardı.
‘Dur’ dedim, orada çingene karıları ne olduğunu anlamadığımız bir şeyler seriyordu. Meğer dip dibe rengarenk boyalı binaların önünde yünlerini sermişler, havalandırıyorlar. Artık kış hazırlığımı yoksa satacaklar mı orasını bilmem. Şahane bir fotoğraf karesi!
O heyecanla indim arabadan, asıldım deklanşöre. Kaptırmışım. Epeyce kare çektikten sonra kadınlar homurdanmaya başladı.
Aralarından bir tanesi kaptığı taşı tam Çetin’e fırlatırken bizimki atıldı:
“Bacım ne yapıyorsun yakışır mı sana taş atmak, bırak şu elindekini”.
Kadın öfkeden kudurmuş halde “Ne diye çekiyorsunuz resmimizi be herifler” diye söylenmeye devam ediyor... Çetin mecliste nutuk atar misali tane tane “Kardeşler sizin de dertleriniz şikayetleriniz yok mu? Biz buraya sizin dertlerinizi anlamak istemeyenlere anlatmak için geldik.”
Elinde taşla bekleyen kadının umrunda değil Çetin’in anlattıkları:
“Resim çekmekle mi olur bu be!”. Baktım Çetin’in edebi tiradı kimsenin umrunda değil. Hep beraber ‘namussuz herifler it oğlu itler’ diye saldırmazlar mı üzerimize.
Ben karıları tutmaya çalışırken bir de baktım arkadan ellerinde sopalarla kocaları geliyor. Ulan biz halkın derdine tercüman olalım derken bir güzel dayak yedi iyi mi!
Can havliyle attık kendimizi arabaya. Milletin vekili gözümün önünde milletten sopa yedi o gün. Biz de küfür ede ede bastık gittik oradan.”
Büyük adamdı Çetin…
ORHAN VELİ’NİN ÜÇ ŞİİRİNİ BİZ YAYINLADIK!
Haberin menbaında olduğumun farkındaydım. Yakın tarihle ilgili başka kimselerin tanık olmadığı muhteşem anılar dinliyordum.
İç sesim; “İzzet, oğlum bırak bu gazeteci ayaklarını. Karşında canlı tarih konuşuyor” diye susturdu beni.
İyi ki de öyle olmuş…
Bana bir şey söylemeye fırsat bırakmadan Orhan Veli ile nasıl tanıştığının hikayesine geçti Ara abi.
"Bedri Rahmi'yle röportaj yapıyordum. Yirmiye yakın tablosunu da fotoğraflayacaktım! O sırada bir arkadaşıyla aralarında sohbet ediyorlardı. Bedri aniden dönüp 'Bana sevdiğin bir şairin adını söyle! Yenilerden, yeni şiirlerden kimleri biliyorsun?" diye sordu.
Hemen hepsini bilirim deyince ‘Bırak mugalatayı, senin için en ilginç olanı söyle' diyerek topu kucağıma bıraktı, kısa bir duraklamadan sonra Orhan Veli dedim. Yanındaki adamla birbirlerine tebessüm edip, bana döndü: 'Tanışır mısınız?' dedi. 'Hayır' diye cevap verince; ’Vakti gelmiş, hadi o zaman tanı' dedi.
Pencerenin önünde duran uzun boylu adam oydu! Heyecan içindeydim, şiirlerine tutkun olduğum adam karşımda duruyordu."
Tam o an sustu Ara abi; yüzünden bir hüzün bulutu geçti.
Ben dostluklarının hikayesini dinlemeyi beklerken, dudaklarından; “Koskoca Orhan Veli, Ankara’da belediyenin açtığı çukura düştü. İstanbul'a getirildikten bir kaç saat sonra hayatını kaybetti...” cümleleri döküldü.
Daldan dala atlıyordu Ara abi;
“Biliyor musun? Orhan Veli’nin yayınlanmamış üç şiirini bulup, biz yayınladık Hüsamettin Bozkurt ile Yeditepe Dergisi’nde...
Rahmetlinin kız kardeşi Firuzan dergi, matbaadan her çıktığında Taksim ve Harbiye'deki gazete bayilerine onar yirmişer dağıtırdı. Orhan da ölmeden önce Karaköy, Cağaloğlu ve Sahaflar'da aynı işi yapıyordu.
Ucu ucuna, para yok tabii. Ben de koltuğumun altına alıp dağıtıyorum dergiyi. Özellikle köprüdeki Adalar Vapur İskelesi’nde efsane bir “Bayii Kemal” vardı ona bırakırdım. En çok da o satardı! Çünkü Ada'ya giderken ona uğramamak ayıptı!”
Peki abi, Orhan Veli ile hiç röportajınız yok mu diye soracak oldum. Bir anda o sessiz, sakin adam gitti yerine ahmak öğrencisini hiddetle azarlayan bir profesör belirdi karşımda;
“Ulan hıyar, Orhan Veli de, Orhan Kemal de, Necip Fazıl da, Bedri Rahmi de, Fikret Mualla da, Sebahattin Eyüboğlu da gecemin, gündüzümün beraber geçtiği adamlardı. Neyin röportajını yapacağım! Ben onlarla dostluk yaptım!”
KORKUDAN KİMSEYE NAZIM’IN FOTOĞRAFLARINI ÇEKTİĞİMİ SÖYLEYEMEDİM
Hazır laf Türk edebiyatının efsanelerinden açılmışken “Nazım” dedim.
Abi tanıştığınızı biliyorum, çünkü sen onun fotoğraflarını çekmiştin.
Adını duyduğunda gözleri parıldadı.
Başladı anlatmaya...
“Demokrat Parti tarafından hazırlanan Af Kanunu sayesinde hapisten çıkan Nazım'la röportaj yapmam için görevlendirildim.
Uzun yıllar hapiste olduğu için çıktığında iş bulmakta zorlanmıştı Nazım; ona İpekçiler sahip çıkmıştı. Lale Devri filmi çekiliyordu, bizimkine de orada iş verilmişti. Rejisör Baha Gelembevi…
Sırf maaş verebilmek için tarih araştırmacısı diye bir şeyler uydurmuşlar.
Çekime gittiğimde Gelembevi 'Gel tanıştırayım seni' dedi. Nazım'ın elini sıktım, 'ha hu' deyip iki üç kare de fotoğrafını çektim ama baktım ortalık sivil polis kaynıyor, ben de hepsini tanıyorum, hemen toz oldum.
O zamanlar bırak fotoğrafını çekmeyi, Nazım'ın kitaplarını okumak bile suçtu. Yazı işlerine teslim ettiğim fotoğraflar da zaten hiç yayınlanmadı. Ben de korkumdan kimseye Nazım'ın fotoğraflarını çektiğimi söyleyemedim. ”
Ara abinin dostları ile ilgili anılarından üç cilt kitap çıkar.
Ama takdir edersiniz ki hepsini burada yazmaya ne haddim ne de yerim müsait.
Şimdi konumuz Ürdün Kralı’nın İstanbul macerası…
ARA GÜLER, AKIL HASTANESİNE NEDEN YATTI?
"Ürdün Kralı Majeste Hüseyin ve annesi Zeyn İstanbul'a gelmişlerdi.
Yanılmıyorsam 1960'ın ilkbaharıydı. Kaldığı üç gün boyunca sürekli olarak uğradığı gizemli bir adres vardı: Ortaköy Şifa Yurdu!
Araştırınca babası Talâl'ı ziyaret ettiğini öğrendim! Uğradığı suikastın ardında akli dengesini yitirdiği için görevden alınan babası Talâl, koru içindeki klinikte herkesten uzak tutuluyordu. Eski kral Talâl gününü yaverlerini döverek, vakitli vakitsiz ezan okuyup ağaçlara selam durarak geçiriyordu.
Devrik Ürdün Kralı’nın bir kare fotoğrafını yakalamak dünya basını için büyük olay olurdu! Kralın fotoğrafını çekmek için 'Ben deliyim' numarasıyla hastaneye yattım. Deli olduğuma inandırmak için de yanıma bir sürü felsefe kitabı falan aldım. Kitap dediysem abuk sabuk şeyler!
Daha gittiğimin ilk günü hesapta olmayan bir olayla karşılaştım. Eşek oğlu eşekler bana bir iğne yapmazlar mı? Ulan feleğim şaştı!
Neyse uzatmayayım devrik kral tam alt katımdaki odada yatıyor. Ortam tek kelimeyle rezalet. En sonunda koridorda herifle karşılaştım. Bastım deklanşöre, tam o sırada iki tane izbandut gibi pezevenk koluma girdi.
Ayaklarım yerden kesilmişti, beni götürüp odaya attılar. Kapıyı çekerken sıkı sıkı tembih ettiler: 'Bir daha buradan çıkarsan seni vururuz!'
Sinirlerim iyice bozulmuştu. Apar topar giyinip o gece hastaneden kaçtım. Gazeteye gittiğimde Yazı İşleri Müdürü İbrahim Çanlı, “Fotoğrafı çektikten sonra çarşafı sarkıtıp kaçsaydın?” demez mi!
“Ulan” dedim “Sıçarım size de çarşafınıza da!”, “Bana bak çarşafı vereyim de sen gir tımarhaneye; sen çek fotoğrafı! Hem rahat rahat inersin, bu kadar bildiğine göre” diye çıkıştım!”
***
“BEN ERMENİYİM, SEN KÜRTSÜN!”
“Bilir misin Yaşar Kemal'in İstanbul'a geldiği zaman tanıdığı ilk kişi kimdir?
“Nereden bileyim abi?”
"İlk tanıdığı vatandaş benim. Anladın mı? Sonra Tekirdağ'dan Adana'ya Paris'e bir çok fotoğrafını çektim. Yaşayıp durduk öyle.
Hayat Mecmuası’nda bir dönem birlikte çalıştık. Ben foto muhabiriydim, onu iplemiyordum.
Anlattığım yirmili yaşlar!
Ben Ermeniyim, sen Kürtsün diye birbirimize takılıp patlatırdık kahkahayı.
Anadolu piçleriydik! Boğaz’ın üstünde çok güzel bir evi vardı; sık sık giderdim.
Bu memleketin değil, dünyanın en iyi romancılarındandır. Kan damlatarak sayfalar yazardı.”
“Peki ya nerelere takılırdınız?”
“Yeşilköy'ün az ilerisinde Menekşe'de otururdu. Gider balıkçılarla ahbaplık eder, ben de fotoğraflarını çekerdim. Sonra tavla oynardık, hep ben yenerdim.”
İzzet Çapa / SuperHaber Özel Röportaj