Bakış açımızı değiştirmemiz şart...
Geçen hafta.
Ülkemizin büyük markalarından birinin genel müdürü “8 Mart Kadınlar Günü nedeniyle kadın çalışanları için bir konferans verip veremeyeceğimi” sordu.
O an aklım gerilere gitti.
Geçmiş zaman, Sağlık Bakanlığı’nda katıldığım “üreme sağlığı” konulu bir kampanya toplantısına çağrılmıştım.
Masanın başındaki bakanlık yetkilisi hariç, toplantıya katılanların tamamı kadındı.
Gayri ihtiyari söylendim: “Hayırdır, kadınlar kendi kendilerine mi ürüyor?”
Üzerime çevrilen bakışlardaki şaşkınlık dün gibi aklımda.
Erkek müdürün şaşkınlığını anlarım da, kadınlar da aynı ifadeyle bakıyorlardı.
Soruma açıklık getirmek zorunda kaldım:
“Benim bildiğim üreme işinin iki tarafı var, masada diğer tarafın yani erkeklerin de olması lazım.”
Bir daha beni toplantıya çağırmadılar.
Bu anımı hatırlayınca, beni kadınlara konuşmam için davet eden beyefendiye “Kadınları kadınlara anlatmaktan vazgeçmek lazım” dedim.
Karşımdakiler ilgilenince açıkladım:
“Neden erkek çalışanları toplayıp, onlara Türkiye’de kadın olmayı anlatmıyorsunuz? Kadın çalışanlara da ‘bizim için o kadar önemlisiniz ki, erkeklere sizi anlatmak istedik’ diyebilirsiniz.”
Önerime önce şaşırdılar sonra hoşlarına gitti, erkeklere kadınları anlattık.
Olması gerekene şaşırmak.
Sabitleşmiş bakış açılarına çakılıp kalmak.
Dünyadaki değişimleri anlamaya, kendini değiştirmeye kalkmadan bir şeyleri değiştireceğini sanmak…
Hata.
Kendimize öyle aşığız ki, kendimiz nasıl düşünüyorsak herkes de öyle düşünsün istiyoruz.
Bırakın at gözlüklerimizi çıkarmayı, kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktan bile aciziz.
Devletten özel sektöre, toplumdan kişiye “empati”, cümle içerisinde güzel duran bir sözcük o kadar.
Halbuki mülteci politikalarından tanıtım kampanyalarına, dış politika meselelerinden ekonomiye, iktidardan muhalefete bakış açısı değişikliği şart.
Aksi halde, “benim oğlan bina okur, döner döner bir daha okur.”
BU İŞTE BİR YANLIŞLIK VAR
Gazeteciler Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Hülya Kılınç, Murat Ağırel tutuklandı.
Odatv erişime kapatıldı.
Gerekçe, yapmamaları gereken bir haberi yapmak.
Barolar, “ifade özgürlüğü”nün altını çizerek itiraz ettiler.
Geçenlerde.
Kılıçdaroğlu “CNN Türk’ü boykot” kararı verince, buna uymayan CHP’li hukukçular Ümit Kocasakal ve İrem Çiçek disipline sevk edildiklerinde “İfade özgürlüğümüzü kullandık” demişlerdi.
Halbuki “parti disiplini” çerçevesinde ifade özgürlüğü, partinin hizmetine girmiştir.
O çizginin dışına çıkılamaz.
Şimdi de barolar, gazetecilerin tutuklanmalarına aynı ifadeyle itiraz ediyorlar.
Bilmiyorlar ki gazetecilerin özgürlüğü, ifade özgürlüğüyle karşılaştırılamaz.
Gazetecinin haber yapma özgürlüğü, ifade özgürlüğünün üzerindedir, ifade özgürlüğünün garantisidir.
Cumhurbaşkanlığının odatv tutuklamalarına ve sınırları olmayan dijital dünyada bir haber sitesinin kapatılmasına daha yakından bakması gerekiyor.
Aynı şeyleri yaşayacaksak, ülkemiz üzerine kumpas kuranlar fazla zorlanmıyorlar demektir.
NEDEN UNUTULMAZ OLAMAZLAR?
Sinema hocamız Doç. Dr. Ali Karadoğan’la sohbet ediyoruz.
Konumuz, Yeşilçam ünlüleri kadar şöhret olmak artık neden mümkün değil?
Ali diyor ki, “Televizyon dizilerine bakıyorum. Oyuncuların ismini aklımda tutmaya çalışıyorum, olmuyor.”
Devam ediyor, “Başka kanala geçiyorum, oradaki kadınla öbüründeki kadın birbirinin aynı.”
Haklı.
Kadın başrol oyuncularının hepsinin yüzünde aynı robotik, anlamsız, donuk ifade.
Yapımcılar ucuz olsun diye seçtiklerinden hepsi yeteneksiz.
Hepsi ortam, konu ne olursa olsun mağaza askısı gibi giyiniyor.
Hepsinde dudaklar şişirilmekten pörtlemişcesine yapay.
Hepsinde makyaj o kadar abartılı ki gözlerini bile kırpamıyorlar.
Sonra dönüp bizim dört yapraklı yoncaya Filiz Akın, Fatma Girik, Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit’e bakıyorum, hiç biri diğerine zerre benzemiyor arkadaş.
BİR BEN Mİ BÖYLEYİM?
Bir, mültecilerin durumuna gelişmiş ülkelerin gösterdiği tepki, bir bana mı “şapka düştü kel göründü” sözünü hatırlatıyor?
İki, mülteci kadınların o sefalet içerisinde regl gibi kadınsı durumlarla, tuvalet ihtiyaçlarıyla neler yaşadıklarına dair empati kuran bir ben miyim?
Üç, korona virüsü nedeniyle zaten birbirine yabancılaşmış insanların tokalaşmasının bile önlenmesi, bir bana mı Ortaçağ’daki veba salgınındaki yakma çözümünü hatırlatıyor?
Dört, özel hastanelerdeki doktorların teşhis ve tedavi çözümleri bir bende mi sağlıktan çok para hissi uyandırıyor?
Beş, estetik doktorlarına giden erkekler bir benim mi midemi bulandırıyor?
Altı, Işın Karaca’nın her yeni sevgilisine ilk aşkmış gibi tutkuyla bağlanmasına bir ben mi gıcık oluyorum?
Yedi, Blendax’ın yeni reklamındaki “Mucize Doktor”un Nazlı’sı Sinem Ünsal’ın saçlarını bir ben mi itici buluyorum?
Sekiz, Ezgi Mola’nın dişlerinin şahaneliğini kıskanan bir ben miyim?
MODERATÖRLER NASIL OLUYOR DA HER KONUYU BİLİYORLAR?
Sık karşılaştığım sorulardan biri bu.
Dünyanın en ağır konularının tartışmalarını televizyonlarda saatlerce yönetiyorlar, hangi ara hazırlanma fırsatı buluyorlar?
Onlara diyorum ki;
Televizyonlarda en son arayacağınız şey bilgidir.
Moderatörlerin derdi konuyu açıklığa kavuşturmak değil, top çevirmek.
Hepimizin bildiği cümleleri evirip çevirip konuğun kucağına bırakmak için diploma değil, kahvehane muhabbetine yatkın olmak yeterli.
Konukların düzeyiyle moderatörün bilgi düzeyi birbirine çok yakındır, birininki az yukarda olsa yayın çöker.
Özensizlik, sıradaki gelsin mantığı almış başını gitmiş.
Bakın Kübra Par’ın olayına. Ki gerçekten iyi gazetecidir.
“Virüsten ölenler Çin nüfusuna göre küçük rakam” dediğinde Çin konsolosu Cui Wei, “Bunlar rakam değil can” cevabı veriyor.
Sonuçta, başlıktaki soruyu sorana “Seni de kamera önüne çıkarsalar sen de yaparsın” diyerek konuyu kapatıyorum.
DAHA İYİ BİR FUTBOL YORUMCUSU TANIMIYORUM
Her pazar aile kahvaltısında konumuz futbol.
Zira, 11 yaşındaki yeğenim Aral’ın yorumlarının hastasıyım, o da Erman Toroğlu’nun hastası.
Kapıdan giriyor, “Halacım Erman başladı” diyerek televizyonu açıyor.
Kahvaltıda maaile ve Erman Toroğlu hep birlikteyiz.
İşte bu hafta Aral’a sorduğum sorular ve cevapları:
“Aral’cım, Fenerbahçe taraftarı neden stada gitmiyor? Başka ülkelerde taraftarlar küme düşseler bile takımlarını yalnız bırakmıyorlar.”
“Halacım Fenerbahçe’de çaba yok, olsa taraftar o çabayı desteklemeye gider. Olmayınca neden gitsin?”
“Peki Aral’cım Sergen nasıl oldu da Beşiktaş’ı toparladı?”
“Halacım Sergen futbolculara arkadaş gibi davranıyor. Takımın stresini ortadan kaldırıyor. Öyle olunca da performans artıyor.”
“İyi de Fatih Terim arkadaş değil, baba gibi ama o da başarılı. Nasıl oluyor?”
“Halacım, Sergen arkadaşlıktan babalığa yükselemezse bir süre sonra takım koyuverir.”
“Ersun’un gidişine ne diyorsun Aral’cım?”
“Halacım, o mutsuz biri bence. Kendini yenilemeyi de bırakmış biri.”
Bu diyalog aynen böyle oldu.
Futbol yorumcuları sapır sapır dökülen spor medyamıza Aral’ı tavsiye ederim.
AKLIMDA KALAN
23 Nisan’ın 100.yılı: Ulusal Egemenlik Bayramımızın 100 yılda bir gelen yıldönümüne o kadar az kalmışken neyle uğraşacağımızı şaşırdık. Yine de bu yıldönümünü özel ve güzel kutlamanın yollarını bulmaya çalışmalıyız. İşte kaldı 46 gün. @23nisanin100u #23nisanin100ü