Filmlerle, dizilerle ve mekanlarla, gerçek ile gerçek üstü arasında gidip gelen bir hafta sonu…
1 – ‘ÖNÜNÜZDEKİ BOŞLUĞU, ŞU GÖRDÜĞÜNÜZ, BİRAZ İTER MİSİNİZ…’
Edip Cansever’in nefis şiirlerinden biridir ‘Geçiniz’. O şiirden aynı lezzete bir şarkı yaptı vakti zamanında MFÖ. Şiir ‘Geldiler’ albümünün kapanış parçasıydı. İçinde Ali Desidero, Mecburen, Bitir, Ateş-i Aşka, Sude gibi eserler olan albüm, benim için grubun unutulmazlarındandı.
‘günler günlerimize tane tane damlarken
diyorum neden olmasın?
siz de geçiniz.
üstelik tam zamanında geldiniz.
az önce,
biraz sonra
ve şimdi.
önünüzdeki boşluğu, şu gördüğünüz,
biraz iter misiniz?
bi parça daha lütfen.
iyi.
şimdi geçiniz, hemen geçiniz…’
Tuhaf bir hafta sonu geçirdim. Sanki şiirde bahsedilen o boşluğu ittim ve daha önce hiç bilmediğim bir yere gittim. Aslına bakarsanız aynı gece, gerçekle – gerçek üstü arasında gidip gelen iki kült bilim–kurgu filmi seyrettim.
İlki, Matrix’ten bir yıl önce çekilen ve üçlemeye ilham veren Dark City’di. Tıpkı Matrix’lerdeki gibi gerçek sandığımız her şeyin aslında bir simülasyon olduğunu anlatıyordu.
Bir önceki pazar, artık bende tiryakilik yaratan Habertürk’teki Veyis Ateş’in programı Büyük Sorular’a katılan Prof. Sinan Canan da gördüklerimizin gerçekliği üzerine şöyle bir cümle söylemişti: ‘Etrafımızdaki dünya hakikaten böyle mi bundan emin değiliz. Bu, duyu organlarımızın beynimize ilettiği ve orada şekillenen bir görüntü o kadar.’
Sonra yine bir bilim–kurgu başyapıtı olan ve 2010’da çekilen Inception’un atası sayılan 99 tarihli TheThirteenth Floor’u izledim.
Bahsettiğim her üç film de milenyum eşiğinde çekilmiş ve anladığım kadarıyla Hollywood’un dahi çocukları, 2000’ler arifesinde yepyeni bir tarz denemiş.
The Thirteenth Floor rüyalar üzerinden içinde bulunduğumuz dünyanın gerçekliğini sorguluyordu. Sanat insana, zihnine yepyeni ummanlar açtıran, bilmediği kapılar aralayan sorular sorduruyordu.
Dedim ya tuhaf bir hafta sonu geçirdim. Biraz şiir, biraz müzik ve bol sinemayla, Edip Cansever, MFÖ, Christopher Nolan ve Wachowski Kardeşler’le var oluş üzerine uzun uzun düşündüm, gerçeğin sınırlarında gezindim.
Ama endişelenmeyin iyiyim; yeni bir hafta başladı ve ilk kahvemden sonra fabrika ayarlarıma dönerim. Madem bu boyuttayız, gereğini yapmak durumundayız ama değil mi?..
2 – BU LATİNLER HAKİTATEN BİR BAŞKA GÜZEL OLUYOR…
Önce filmleriyle tavladılar beni. İngilizce'ye TheInvisible Guest diye çevrilen ve senaryosuyla seyredeni büyüleyen Contratiempo, yine müthiş bir gerilim olan El Cuerpo, bizde Asabiyim Ben ismiyle gösterilen ve kahkaha krizleri geçirten Relatos Salvajes, başta İspanyollar olmak üzere tüm Latin sinemasına ilgimi arttırmıştı. Derken dizi beğeni eşiğime çıta atlatan La Casa de Papel’le tanıştım.
Geçtiğimiz haftalarda bir başka Latin dizisi, Arjantin yapımı El Marginal’i bitirdim iki gecede. Ve o heyecanla paylaştım sizlerle de. Bu hafta sonum ise Brezilya yapımı bir diziyle geçti; 1 Contra Todos.
Ben tek, siz hepiniz olarak tercüme edilebilir dilimize. Mutlu bir evliliği, güzeller güzeli hamile eşi ve bir de erkek çocuğu olan avukatın, bir anda kendini suç şebekesinin patronu olarak cezaevinde bulmasıyla başlıyor dizi.
Adamcağız evinde otururken kapısına polisler dayanıyor ve tuttukları gibi atıyorlar içeri. Hadi anlat bakalım derdini Marko Paşa’ya. Başına gelse oturur kitabını yazarsın o kadar! Ben de yazıyorum zaten. Ama şimdi dağıtmayalım konuyu… Müthiş bir değişim yaşıyor bizim mülayim avukat; tabiri caizse oraların adamı oluyor. Ta ki asıl patron da aynı cezaevine gelene kadar…
Sekiz bölümlük diziyi de iki gecede, nefes nefese bitirdim.
Senaryo şahane, oyunculuklar göz alıcı, duygu kıtalar ötesinden gelip yakalıyor insanı velhasıl Latinler bu işi hakikaten çok iyi yapıyor dedim bir daha.
Büyük bütçeli işler falan da değiller. La Casa de Papel de, El Marginal de, 1 Conra Todos da dört duvar arasında geçen diziler. Arjantin yapımında fonda Dünya Kupası’ndaki Brezilya – Arjantin maçı vardı, bu dizide ise Brezilya’nın Almanları Ronaldo’nun golleriyle mağlup ettiği 2002 finali.
Dilimiz başka, adetlerimiz başka ama Latin insanıyla aramızda benzer ortak yanlar da var mutlaka. Çünkü bir şekilde bizim de gönlümüze dokunuyorlar. Şimdi daha iyi anlıyorum bir zamanlar ekranlarda Köle İsaura’yla, Manuela, Rosalinda’yla esen Brezilya rüzgarını.
Belli oldu; bundan sonra daha yakından takip edeceğim Latin yapımlarını. Umarım çok bekletmeden yayınlarlar çekilen diğer sezonları.
Hararetle tavsiye ediyorum.
3 – ‘BARTU BEN’ İLK BÖLÜMDEN SINIFI GEÇTİ BENDEN...
Benzer bir hissiyatı, Ahmet Kural’la Murat Cemcir’in, Cem Yılmaz’ın desteğiyle çektikleri ilk ‘Çalgı – Çengi’de de yaşamıştım. Tanımadığım bu iki genç oyuncunun yeteneklerine hayran kalmış, gülmekten yerlere yatmıştım. Zaten sonradan aldılar yürüdüler; çok seyredilen dizilerden banka reklamlarına ve hasılat rekoru kıran filmlere her alanda maharetlerini gösterdiler.
Bartu Küçükçağlayan’ı ise Gülse’nin Yalan Dünya’sında tanıdım. Ama itiraf ediyorum, genç kuşağın bayıldığı bu isimden pek bir şey anlamadım. Rol aldığı bir başka dizi olan Jet Sosyete ile ilgili düşüncelerimi de dizinin ilk bölümünden sonra yazmıştım. Okumamış olup da merak eden varsa eski yazılarıma bakıp okur.
Çok abartılı oynuyor, ne bileyim belki de yaşlanıyorum, beni hiç etkilemiyor ve hatta itiyordu. Feci antipatik geliyordu.
Sonra yine bir Blu TV yapımı olan Masum’daki Selim tiplemesiyle dikkatimi çekti. Bu defa hem dizi, hem de Bartu çok iyiydi.
Geçen cuma Blu TV’de ‘Bartu Ben’ adlı yeni bir işe başlamış. Hikayenin merkezine de kendisini almış. Üstelik metnini de bizzat o yazmış. Gecenin bir yarısı bana kahkahalar attırdı. Diziyi iki kere üst üste izledim, vallahi her seferinde gülmekten yerlere yatırdı. Böyle iddialı laflar etmeyi pek sevmem ama eğer aynı irtifada gitmeye devam ederse, bu Bartu fenomen olur. Dizideki aradığını bulamayan aktör, inşallah yanılmam, gündeme damgasını vurur. Canı gönülden tebrik ediyorum…
4 – İDDİA EDİYORUM ARABESQUE MEYHANE ŞEHRİN EN KEYİFLİ GECE MEKANLARINDAN BİRİ OLDU…
Çok sevdiğim bir Meksika atasözü ‘İnsanları ne derece mutlu ederseniz, kendi mutluluğunuz da o nispette artar’ der.
Hayatımda bunu başarabildim mi bilmiyorum ama mekanlarımda, ekip arkadaşlarımla birlikte her zaman en güzelini yapmaya gayret ettim, ediyorum.
Gelenler bilir, gelmeyenler de mutlaka bize misafir olmuş birilerinden dinlemiştir…
Her konuda tevazudan yanayım ama iş konusunda, otuz yılın sonunda sanırım bunu söylemeye artık hakkım var; çok da mütevazı olamayacağım.
Biliyorum, içinizden ‘İzzet bizi lacivert laflara boğma da sadede gel’ diyorsunuz.
Meselenin özü şu… Ömrü insanları eğlendirmekle geçmiş biri olarak en iddialı mekanlarımızdan birini açtık geçtiğimiz günlerde. Yaz sezonunda Harbiye’de Balkon15 olarak hizmet veren yerde, tepeden tırnağa bir restorasyona gittik ve yepyeni bir Arabesque Meyhane çıkardık ortaya.
Başta Beyrut olmak üzere Ortadoğu mutfağının tüm lezzetlerini sunuyorlar konuklarımıza. Binbir Gece Masalları’nı çağrıştıran dekoruyla, büyüleyici sahne şovlarıyla, kapısından mutfağına başta Levent olmak üzere işini aşkla yapan bütün ekip unutulmaz eğlencelere imza atıyorlar her gece.
Dostlarımıza hatırası zihinlerinden uzun süre silinmeyecek anlar – anılar yaşatıyorlar. Lezzetin, zarafetin, müziğin ve gösterinin sanatlarının tüm unsurlarını muazzam şekilde sergiliyorlar.
Bilirsiniz sosyal medya hesaplarımda, kendi mekanlarımı pek anlatmam. Ama öylesine güzel bir iş çıkarmışlar ki ortaya, arkadaşlarıma da haksızlık yapamam. Mazisi yirmi yıla yaklaşan Arabesque, şimdi yeni meyhane konseptiyle hakikaten çok özel ve özgün bir yer oldu.
Çocuklara teşekkür etme fırsatı bulamamıştım koşuşturmaktan; bu da biraz sizin aracılığınızla onlara bir teşekkür yazısı oldu.
Ama hakikaten de hak ettiler…