Bayram ıssızlıktaki insan sesidir
Sanırım birkaç ay önceydi, burada “zamanın küçük cümleler kurma dönemi olduğunu” yazmıştım.
İnsan. Gözü hep daha büyükte, daha çokta, daha yüksekte olduğundan korona sürecinde de büyük cümleler kuruldu.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”mış.
“Doğa kendine gelmiş”miş.
“Kendimize dönecek”mişiz.
“Sadeleşecek”mişiz.
“Sosyal medyanın gücü artmış”mış.
Miş miş de mış mış.
Hiç ciddiye almadım.
Korona sürecinde üç bayram yaşadık: 23 Nisan, 19 Mayıs, Ramazan…
Tanıdık tanımadık hep birlikte kutlanası bayramları, en yakın tanıdıklarla bile kutlayamadık.
Sadece geleneksel ve yeni medya olanaklarıyla kutlama simülasyonları yaptık.
Bir tür gerçeğin modellenmesi üzerinden gerçeğin sahtesi.
“Simone”da Al Pacino’nun dediği gibi “Sahtecilik yeteneğimiz, sahteyi belirleme yeteneğimizi aştı.”
Yani üç bayramı da “kutlamış gibi” yaptık.
Bana “içinden geçtiğimiz zamanları nasıl tanımladığımı” sorsanız, “miş gibi”lik dünyası derim.
Hiçbir şeyimiz yok ama her şeyimiz var’mış gibi.
Her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok’muş gibi.
“Miş gibi”lik dünyasından çıkıp “gerçekte bayramın ne olduğu” üzerine düşünseydik, bulurduk:
Bayram, insanın başka insana duyduğu ihtiyacın somut karşılığıdır.
Tıpkı kuşların bir arada uçması gibi. Kırlangıç sürüsü gördüğümüzde heyecanlanmamız bize, içimizdeki bizi hatırlatmasındandır.
İnsan başka insanlarla birlikte yaşamak için var.
O nedenle 19 Mayıs’larda gençlerin stadyum gösterilerinin, birbirilerinin omuzlarında kule yapmalarının yasaklanmasını çok yanlış bulmuştum.
“Yeni dünya” ne kadar insanı tek başına bırakmak için tasarlanırsa tasarlansın, insan başka insanlarla var.
Koronavirüs insansız neo-liberalizme küçücük bir hasar vermişse, bu büyük bir sonuçtur.
Bakmayın siz modern hikâyelere. Kentten çiftliklere göçmüşlere. Onlar da en yakın yerleşim yerinin kıyısına gitmişlerdir.
Bayram nedir, anlasak yeterliydi bu süreçteki üç bayramda.
Bayram, gittikçe kasvetli bir yer olan dünyada kaybolmamızı önleyecek pencere ışıklarıdır.
Gittikçe soğuklaşan evrende insanların, başka insanların sıcağına sokulmasıdır.
Coşkun bir ırmak gibi hızla akan zamanın içinde sürüklenip gitmemizi önlemek için tutunduğumuz kıyıdaki dal parçalarıdır, kayalıklardır.
Fark etsek yeterdi.
NEYİ ÖZLEYECEĞİM?
Herkes korona öncesi günlerde özlediklerini sıralarken ben koronada özleyeceklerimin listesini yapıyorum;
Sessizliği özleyeceğim, bir şehrin kendi kalp atışımızı duyacak kadar sessizleşmesindeki sıra dışılığı.
Evimi özleyeceğim, keyifle kurup bir türlü keyfini süremediğim evimdeki keşiflerimi.
Hiç kimseye hiçbir söz vermeyişimi özleyeceğim.
Ne giyeceğim telaşına düşmeyişimi de.
Olmam gereken bir yerde olamadığım için yaşadığım suçluluk duygusundan kurtulmuşluğumu.
Sadece açlığımı yatıştırma işlevinden Michelin yıldızlı restoran mutfaklarına yükselen mutfağımı özleyeceğim.
Instagram’da hiçbir bağlayıcılığı olmayan öylesine yaptığımı muhabbetleri özleyeceğim.
AKINCI’NIN ÖYKÜSÜ
Türkiye’nin ilk “taarruzi insansız hava aracı” olan Akıncı’nın öyküsünün anlatıldığı belgeseli izledim NTV’de.
İzlerken;
Mustafa Kemal’in “İstikbâl göklerdedir” sözüne uygun bir proje olmuş dedim.
Nihayet ölmüş holding patronlarının hayat hikâyelerini belgeselleştirme anlayışından “başarı öyküsü belgeselleri”ne geçmişiz dedim.
Selçuk Bayraktar’ın teknik hakimiyeti de, konuşma becerisi de beklentimin üzerindeymiş dedim.
Mühendislerimizin heyecanını, hummalı bir süreçten çıkıp da “yorulduk mu hayır bu gönül işi” diyen kadın mühendisin gözlerindeki yaşı görünce birlikte güzeliz dedim.
BEN DİYEYİM DE…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Filistin topraklarının kimseye peşkeş çekilmesine göz yummayacağız” ifadesindeki kararlılığın, ülkemizde ormanları yakan, tarım arazilerini yağmalayan maden ocakları için de gösterilmesi gerekli.
Korona bilim kurulu üyeleri son günlerde, popülaritelerinin bitmesi korkusuyla bire bin katıyorlar gibi.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kriz süreçlerinde iletişimini iyi yönetmeyi başarıyor.
Çevre katliamına yol açan herkes, hiçbir aftan yararlandırılmadan cezalandırılmalı, Bakan Kurum, “amasız takip”ten ödün vermezse tarihe yazılır.
AVM’ler açıldıysa müzeler de açılmalı, piknik alanları da.
Bayramda gazetelerin çıkmaması kimsede bir boşluk yaratmadı.
Bir yandan Odatv’yi yasaklayıp bir yandan yasaklı sitenin haberlerine cevap yetiştirmek abzürt bir durum.
Medyamızda “Hükümet kızarsa” gibi bir cam tavan sendromu yerleşmiş görünüyor.
Hep aynı şeyleri tekrarlayan insanları değil, bilgiye dayalı kafa karıştıran insanları dinlemek geliştirir.
Bu karantina insanları bir kolaycı yaptı bir tembelleştirdi ki, sonrası zor olacak.
Medyamızın referans isimlerinin tartışmalarının evde atılan volta adımlarına indirilmesi, Cağaloğlu tarihine haksızlık.
NE OLACAK BU GSM ŞİRKETLERİNİN PESPAYELİĞİ?
Ne zaman lazım olsalar ortada yoklar.
Ne zaman ihtiyaç olsa çöküyorlar.
GSM şirketlerinden söz ediyorum. Turkcell, Türk Telekom, Vodafone.
Deprem olur ilk bunlar altında kalır.
Sel olur, çığ olur ilk bunlar arazi olur.
Karantinada bayram olur, sistemleri kilitlenir. Yetmezmiş gibi pisliği birbirlerinin üzerine atarlar.
BTK Başkanı internet yasaklarına harcadığı enerjinin yarısını GSM şirketlerine harcasa yararlı bir iş olur.
Her krizde çöken ve yatırım yapmamakta ısrar eden, kâr etmek dışında hiçbir odaklanmaları olmayan GSM şirketleri patronlarına “ne iş” denmesi şart.
ÜÇ BÜYÜKLERDE BİR DOĞRU, BİR YANLIŞ, BİR CEVAPSIZ
Kırk yılda bir Ersun Yanal’dan doğru bir cümle geldi:
“Skor odaklı olduğumuz sürece kendi yetiştirmediğimiz futbolculardan Milli Takımımız olur.”
Güzel saptama.
Beşiktaş Teknik Direktörü Sergen Yalçın’ın önemli bir yanlışı var:
“Beşiktaş’ın başarısına odaklanmak dışında bir hayatım yok” diyor.
Halbuki artık, herkesin yaptığını yaparak başarmak dönemi kapandı, Sergen eski kendisi gibi olursa başarılı olur.
Koronaya yakalandıktan sonraki Fatih Terim cevapsız bir soru gibi. Kendisi var, ruhu yok sanki.
AKLIMDA KALAN
Karantina yorgunluğu: Karantina günlerinin başlarındaki “sıkılıyorum” söylemi yerini “çok yoruldum”a bıraktı. Korona karantinasından herkes yorgun çıkacak. Ev kadınları, evden çalışanlar, öğrenciler, öğretmenler, polisler, sağlık çalışanları… Bu yorgunluğun fiziksel boyutu var, ruhsal boyutu var. Sağlık Bakanı Koca psikolog ve psikiyatrlardan bir bilim kurulu kurmazsa ülkemiz Meksika’ya benzeyecek, herkesin bir köşeye çekilip uyukladığı “siesta”lar ülkesi olacak.