Belki kalbin temiz değildir de sen bencil, duyarsız ve zalimsindir
Bir Sufi hikâyesinde dergâhın kapısı çalınır. İçeri giren yolcu kapıyı açana içini açar.
“Ben yaşamak için huzurlu, sakin, insanların dürüst olduğu bir yer aramaktayım” der.
Sufi “Geldiğin yerde insanlar nasıldı” diye sorar.
“Hepsi hırsız, ahlaksız, düzenbaz, alçak, yalancı insanlardı. Buradakiler nasıl?”
“Buradaki insanlar da aynı o söylediğin gibi!”
Umduğunu bulamayan yolcu, çekip gider ancak birkaç gün sonra başka bir yolcu dergâhın kapısını çalar.
“Kendime yeni bir yuva aramaktayım” diyen yolcuya Sufi “Geldiğin yerde insanlar nasıldı” diye sorar.
Yolcunun “Hepsi dürüst, sakin, iyi, saygılı, güzel insanlardı. Buradakiler nasıl” deyişine Sufi şu sözlerle karşılık verir:
“Buradaki insanlar da aynı o söylediğin gibi!”
Duyduğu karşısında memnun kalan yolcu dergâha yerleşir.
Hikâye, hepimizin anladığı gibi “İçinde ne varsa onu görürsün, onu yaşarsın” diyor.
***
Doğrudur, içimdekileri de kendinle taşıdığın sürece fazla uzaklaşamazsın fakat bunu bir ruhsal derinlikle, bir ermişlikle söylediğini sanmaktan/iddia etmekten daha kibirli/kompleksli çok az şey var bu dünyada.
İnsan sormadan edemiyor, madem o yolcunun etrafı pamuk gibi insanlarla çevriliydi de neden yollara düştü, yeni bir yuva arayışına girdi. Moğollar ya da Bolşevikler gelip bütün köyü mü yakmıştı, neydi sahi onu yollara düşüren?
Bunu tamamen reddediyor değilim, evet, içimizde ne varsa onu görüyoruz dışarıda ama sırf biz bakmıyoruz diye bir tarafta olanlar yok olmuyor.
Sanırım 2001 yılıydı Galler’in başkenti Cardiff’te globalizm karşıtı bir protestoya denk gelmiştim. Bir adam elinde “Eğer kızgın değilsen dikkatini vermiyorsun demektir” yazan bir pankart taşıyordu.
Sen kafanı çevirip bakmıyorsun, sanıyorsun ki Afrika’da aç insanlar yok. Daha iyi bir yaşam veya ekmek umuduyla yola çıkan mülteciler sulara gömülmüyor. Savaş küçücük çocukları yatağında öldürmüyor. Depremler, evleri insanların başına yıkmıyor. Kaz Dağı’nda 195 bin ağaç kesilince evsiz kalan ceylanlar otobanlara kaçışmıyor. Yanan ormandan kaçan kaplumbağalar kendini şehirlere atmıyor. Babalar aç bebeğine marketten mama çalmıyor. Kendi aileleri minicik çocukları istismar etmiyor. Sırf sen kafanı çevirip bakmadığın için bütün bu olumsuzluklar yok, öyle mi? Kızgın değilsin çünkü dikkatini vermiyorsun! Ve hatta –sandığın gibi- kalbin temiz değildir de sen bencil, duyarsız ve zalimsindir!
Hep sadece yoklukla sınandığını düşünür insan, oysa varlık da bir sınavdır. Çok başarılıyken, zenginken, güzelken, sağlıklıyken, akıllıyken, mutluyken, ünlüyken, senin için konuşmak kolayken nasıl davrandın; bu da bir sınavdır.
Hayat Budist veya Sufi hikâyelerindeki gibi akmıyor. Bir yanağına tokat atana diğerini çevirdiğinde fena halde dayak yiyorsun. Misyonerler, “Bir yanağına tokat atana diğerini çevir” diye diye dünyayı işgal ettiler, sömürdüler. Hindistan’da bir milyar insan, gelecek yaşamında daha iyisini hak etmek için yoksulluğunu kutsuyor. Kimileri de istiyor ki Tanrı her meselelerini çözsün; gerekirse onlar için sokağa çıkıp yumruk atsın, gerekirse üzerlerine kalkan olsun. Tanrı sizin hizmetkârınız veya muhafızınız mı? Ki buna inananlar da var. Belki de O kalkıp, kendi savaşınızı vermenizi bekliyordur.
Modern zaman dervişliği, ermişliği kendi modasını yarattı. Gerek trende kapılıp gidenlerin gerekse aidiyet ihtiyacını gidermek isteyenlerin yeni bir tür yobaza dönüştüğü de ortada. Güya hiç kimseyi yargılamayacaklar. Güya dünyevi bir takım arzulardan vazgeçecekler. Güya erecekler, hakikati bulacaklar. Güya Tanrı ile bütünleşecekler. Ama “İçindeki neyse dışında onu görürsün. Neysen onu çekersin” deyip, yargılamanın en âlâsını yapıyorlar.
Her zaman her durumda olumlu ve olumsuz bakış açıları geliştirilebilir ama üst üste birkaç olumsuzluk yaşamış, sevdiklerini kaybetmiş, maddi kayba uğramış, yenilmiş, kalbi kırılmış birinin karşısına geçip, “Mutluluk bir seçimdir” deme cehaletine, empati eksikliğine, zalimliğine sen beni düşürme ya Rab! Ki mutluluk gerçekten bir seçimdir ama kimi günlerimiz saf mutsuzluk içinde geçecek.
Her doğru her yerde denmez! Ve son söz, hikâyenin sonunda söylenir. Ders, hikâyenin sonunda çıkarılır.
***
İnsanı iki şey yollara düşürür: Ya kendini arıyorsundur ya da kendinden kaçıyorsundur. Hayır, asla başkalarından kaçılmaz; o bir yalandır. Kendinden kaçanlar ise en çok kendinden parçalarla karşılaşırlar. Hayat, seni yüzleşmek istemediklerinle burun buruna getirir. Ama sadece getirir, gerisi sana kalmıştır.
Bulut, yeryüzüne damla damla yağdıktan sonra kendini ne olarak arayacaktır? Bulut olarak mı arayacak kendini? Yoksu su mu? Nehir? Deniz? Hangisi onu kendine kavuşturacaktır? Su olup dereye, toprağa karıştıktan sonra ortada bulut kalmamıştır. Çoktan unuttuğu özüne suya dönüşmüştür. Geldiği denize, yerin altındaki suya çoktan kavuşmuştur ama bu onun bir daha bulut olmayacağı anlamına gelmez ki!
Her arayış yeni insanlar getirir. Başka yolları yürür, başka tepelere tırmanırsın. Başka vadilere iner, başka ovaları adımlarsın. Başka denizlerde yüzer, başka kıyılara bakarsın. Başka kuşları dinlersin, başka kokuları burnuna çekersin, başka lezzetleri tadarsın. Başka, başka, başka…
Başkalarını bulduğunda kavuştun mu kendine? Hayır mı? O zaman yürümeye devam! Kendini aynada görmek istiyorsan önce ışığı açmalısın. Ya da karanlıkta görme becerilerini geliştirmelisin.
Halil Cibran’ın dediğiyle bitirelim:
“Dostum yollar yürümek içindir. Fakat şu gerçeği de unutma: Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir.”