Beş yıl önce, beş yıl sonra cevap aynı! “Ebeyin!...”
Şok! Şok! Şok!
Siyaset ustası Sıracalı Sidikli Sarı Mamut bile, seçim sonrası ortaya çıkan manzaraya “Ebeyin...” diyecekti belki ama fırsatı kaçırdı, ilk “Ebeyin...” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu.
Bir zamanlar kendisini İmparator gören Aydın Doğan’ın televizyonları için Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit ile birlikte sabaha kadar TBMM’de RTÜK nöbeti tutup ilk seçimde sandık dışı kalan Devlet Bahçeli, şimdi son seçimin sonucu belirdiğinde ortaya çıkan koalisyon manzarasına bakıp panikle “Hemen erken seçime gidilmeli!” dedi.
Sidikli Sarı Mamut’un “Ebeyin!” lafının siyasi analitik açılımıdır bu açıklama. Bahçeli’nin ilk şok ile söylediği “Hemen erken seçim” nidası, ancak bir AkPartili’nin verebileceği tepkiydi aslında. Bahçeli, yaşadığı “koalisyon tecrübesi” hafızasında patlayınca, sonucu görüp “Ebeyin!” diye bağıran ilk siyasi lider oldu.
Seçim ve hemen sonrasında ağabeyimin tedavisi için Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde idim. İki kez Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi’ne de gidip geldik. İki hastanenin kantin, kafeterya ve bekleme salonlarında insanların hastalarının durumunu değil, seçim sonrası ortaya çıkan manzaraya bakıp memleketin durumunu konuştuklarına şahit oldum. Konuşmaların tamamı tek kelimeye indirgenecek olsa, herkes ıslak pijamalı Sarı Mamut kesilmiş “Ebeyin!” diye bağırıyor gibiydi.
Neyse olan oldu ve şimdi ilk yapılması gereken herkesin ebeleri rahat bırakması olmalıdır.
Peki sen ne diyorsun Amedbaba?
Vanlı Kör Bayro’nun ilk sesi uzatarak söylediği Amedbaba; bugün söyleyeceğini 7 Mart 2010 günü Zaman Gazetesi’nde yazmıştı da o gün gazetedekiler bile kızmış, bir anlamda “Ebeyin!” demişti. O yazıyı olduğu gibi yeniden hatırlatayım, 5 yıl önce o gün kızanların, 5 yıl sonra bugün de kızıp diyeceğinden “Ebeyin!” emin olarak, “Hayırlısı gülüm” diyeyim.
Buyrun!
“Bizim kötümüz başkasının iyisinden iyidir” Ülkesinde Deprem!
"Yeryüzü kabuk değiştiriyor" demişti bir jeolog arkadaşım. "Bu on milyon yılda bir olur ve dünyanın altı üstüne gelir. Depremler daha da sıklaşacak, hazır olsun herkes!"
Yirmi bin insanımızın öldüğü 17 Ağustos Depremi'nden çok geçmemişti. Endonezya sarsılmamış, tsunami sözcüğü kafiyeli belaltı esprilerine kaynaklık edecek kadar dilimize yerleşmemişti. Üniversitenin akademik samimiyetsizliğinden ikrah edip bilim adamı olmak yerine sanata yönelmiş jeolog arkadaşım, daha o gün Uzak Asya'daki depremi de, geçenlerde dudak uçurtan Şili depremini de "beklenen depremler" kategorisinde sıralamıştı.
Seyredenleriniz bilir; Maya Takvimi'nden yola çıkarak 2012 yılında dünyanın felaketle karşılaşıp insanlığın yok olacağını anlatan 2012 filmi de yeryüzünün kabuk değiştirmesi fikrinden hareket ediyordu. Yeryüzünün içi dışına çıkıyor, yer yarılıyor, eriyor, kıtalar yer değiştiriyor ve insanlar kurtulabilmek için Nuh'un Gemisi adını verdikleri dev gemilere sığınıyorlar.
Kabuk değiştiren sadece yeryüzü mü?
Kabuk değiştiren, içi dışına çıkan, mezarlardan fırlayan çürümüş ceset kokularıya burun kemiği sızlatan, ötekini berikinden farksızlaştıran sadece arzın depremleri mi?
Son birkaç yılda, bırakın dünyayı, sadece kendi ülkemizde olup bitenlere atılacak yüzeysel bir bakış, malum kabuk değiştirmenin izlerini, sancılarını, sarsıntılarını toplumun her kademesinde görecektir.
Kabuk değiştiriyoruz ve içimiz dışımıza çıkıyor. Her ne kadar birbirine taban tabana zıt şeyler söylesek de, tarzımızla, tavrımızla, üslubumuzla, edamızla birbirimizden ne kadar farksız olduğumuzu sergiliyoruz.
Kıyameti ve mahşeri prova ediyoruz bir ölçekte. Bir samimiyet sınavından geçiyoruz. Kişiliklerimizin katmanları altına gizlediğimiz samimiyetsizliğimiz, toplumsal ve kurumsal depremlerin etkisiyle, çürümüş cesetler gibi, yürüyen mezarlara dönüşmüş bedenlerimizden, ağzımızdan, gözlerimizden, kulaklarımızdan fışkırıyor.
Nefsimi soyutlamadan söylüyorum kimse kusura bakmasın, gördüğüm bu!
Daha dün ecdadıma küfreden soysuz, cebine yazar listesi koyup yamanmak istediği kapıdan kovulunca, bugün hörgücüme yerleşmiş, "Şiştiniz mi düdük makarnaları" diye höykürüyor eski efendilerine ve ben, sırf işime geliyor, karşı tarafın sinirini bozuyor diye bu her dönemin tacizcisinin sırtını sıvazlıyorum. Düşmanıma söven alçağı himayenin hamiyet olduğunu zannedecek kadar düşkünleşebiliyorum.
Kimse müstağni değil, depremi hep birlikte yaşıyoruz, hepimizin içi dışına çıkıyor, herkes alınabilir.
Dün "Bizim kötümüz başkasının iyisinden iyidir." diye düşünen, bugün aynı düşünceyle, aynı sloganla kendi kötüsüne sahip çıkana isyan ediyoruz. Sanki bugüne kadar "Bizim kötümüz başkasının kötüsünden daha kötüdür arkadaş, çünkü bu ayna toz kaldırmaz." diye düşünüp davranmışız gibi, kendimizdeki çirkinliği karşımızdakinin suratında seyredip geçiriyoruz.
Tefessühün teneffüsü imkansızlaştırdığı bir havayı soluyoruz.
Üstümüze yağan radyasyon değil, çekirdeği açığa çıkmış ruhumuzun külleri.
Bir süre daha devam edecek bu, 2012 filmindeki gibi fırt diye kabuk değiştirmeyecek dünyamız, onlarca yıl sürecek belki, belki yüz yıl devam edecek, kendi kabuğumuzu değiştireceğiz.
Her kesim, her kurum, her kişi yaşayacak bunu. Önce kendi köklerimizden sarsılacağız. Kendi yarattığımız dünyanın ne denli dayanıksız, temelsiz, kaygan ve kaypak bir zemine oturtulmuş olduğunu görüp, hesabı önce kendimizden soracağız.
Bir radyo programının o harika sloganında olduğu gibi kendimizden başlayarak "Herkes içine baksın" diyeceğiz.
Sonra işimize bakacağız. Gazeteci isek, gazeteci olacağız sadece. Hem parti yöneticisi hem prodüktör olup, iş alamadığımızda kapısında ağladığımız Başbakan, "Patronlar yazarlarına sahip çıksın" dediği zaman, isyan bayrağı açan gazetecilerin önüne düşüp protesto metnine ilk imzayı basan biz olmayacağız. Kalemi elimize aldığımızda içimize bakıp utanacağız!
Askersek bize emanet edilen bombaları, tarzını, üslubunu, inancını, düşüncesini, yaşam tarzını, kılık kıyafetini, siyasetini beğenmediğimiz kendi insanımızı yok etme planlarına malzeme yapmayacağız. Leş'ker olmayacağız, er olacağız, asker olacağız.
Hakim isek; hüküm ile hikmet arasındaki bağı koparmadan, baş gözümüz kapalı, gönül gözümüz açık karar vereceğiz, aşiret goygoycusu olmaktan vazgeçeceğiz.
Her kim isek; hadiseleri, eşyayı ve eşhası kendi konumumuz, pozisyonumuz, hırslarımız ve dar zaviyemizin tezgahında yamultup biçimlendirmeden, içimize ve işimize göre değil, içimize ve işimize rağmen değerlendirip, ölçüye vuracağız. Cumhurbaşkanına, başbakana, genel müdüre, patrona yakınlık ölçüsüne göre ağız, kulak, burun, el, kol, beyin gibi organlar üzerinden kendimizi uzuvlaştırmadan, bizatihi "birey" olabilmenin sırrını arayacağız.
İmam Ali Efendimizin buyurduğu gibi; "Hak ve hakikat kişilerin şeref ve izzetine göre değil, kişilerin şeref ve izzeti hak ve hakikate göre ölçülür" mizanıyla "insan" olacağız.
Dedim ya nefsimi soyutlamadan, her kimse alınacak gocunacak olan, herkes için söylüyorum.
Lütfen herkes alınsın bu söylediklerimden, herkes gocunsun, "benim yaram yok" demesin.
Öyle bir tezgahın ürünüyüz, öyle bir sistemin unsuruyuz ki hepimiz, "benim yaram yok" diyen Yalancılar Padişahıdır.
Varsa böyle biri hakikaten, çıksın bir adım öne ki secdelere varayım!
5 Yıl Önceki Yazının Linki:
TIKLAYIN