Bildiğimiz Binali Bey ile bilmediğimiz Ekrem Bey

Siyasal iletişimde basit bir bilgi vardır: Seçim önce masada, sonra sokakta kazanılır.

Masada kazanmak?

Adayınızın kazanmasını istiyorsanız, kazanacak olanı aday yaparsınız.

Masa kazanacak adayı bulmanın yeridir.

Siyaset hayal satma işidir, kazanma hayalini değil, kazanınca yapılacakların hayalini satma işi.

Masada, süreye bakarsınız, yeni birini tanıtmaya yetecek kadar uzun mu? Değilse tanınmış birini aday yaparsınız.

Yapmadınız. O zaman gökten yağmur gibi yağacak paranız olacak.

Olmadı, ülkenin neredeyse tüm medyası adayınızı destekliyor olacak.

Adayınız dünyanın en şahane, en verimli, en iyi insanı olsa bile işin matematiği böyle.

Ekrem Bey'i tanıyan neredeyse yok. Hatta şimdi. “Ekrem de kim” diyen bir yığın CHP’li çıkacak.

Gece gündüz onu pompalayacak medya yok.

Zaman yok.

CHP, İstanbul’da seçimi masada kazanmayı itti bir kenara, sokakta kazanmayı sürdü ileriye.

Sokakta karşısında kim var?

Binali Bey.

Bakan olmuş, başbakan olmuş, şimdi de TBMM Başkanı.

Ömrü ekran önünde geçtiğinden tanımayan yok.

Hakkında tanıyıp da kötü söz söyleyen de yok.

Tanınır bir adayınız var. Paranız var. Medyanız var. Masa kısmı tamam.

Sokağın da sürpriz yapma ihtimali zayıf.

Binali Bey başbakan olduğunda, samimiyetlerini bildiğimden, ortak bir dostumuzdan, kendisini üç sözcükle anlatmasını istemiştim.

“Adam gibi adam” demiş, eklemişti “İşte sana üç sözcük.”

“Çünkü” demişti, “Ahde vefa örneğidir.”

Binali Bey'i siyasi makamlara taşıyan onun “ahde vefa”sıdır.

Son yıllarda siyasette bulmanın imkânsız olduğu nitelik.

Mevki, makama tamah eden de biri değildir.

Nerden bakarsanız, kazanamazsa TBMM Başkanlığını kaybetmemek için istifa etmiyor, gerekçeleri inandırıcı değil.

TBMM Başkanlığını bırakması Binali Beye bir şey kaybettirmez. Ne imkânları azalır ne de etkisi.

Sadece Anayasa rahatlamış olur. Bu da iyi bir şeydir.

MESLEKTAŞIMIN ARDINDAN…

Gencecik akademisyen meslektaşım Ceren Damar’ı canice katletti, öğrenci kılığındaki iblis.

Alınacak önlemler için YÖK Başkanıyla, İçişleri Bakanı bir araya geldiler.

Ve fakat.

Mesele, üniversitelerdeki güvenlik duvarlarını artırmaktan daha derin.

Mühendislik, doktorluk, hocalık yeniden itibarına kavuşmak zorunda.

Daha geçen hafta madalyalı güreşçimiz müteahhitlik yaptığı binadan düşerek öldü.

İnşaat mühendisleri işsiz.

Hastalardan dayak yemeyen doktor kalmadı neredeyse.

Üniversite kasasına parayı yatıran öğrenci, mezun olmayı hak görüyor.

Üniversiteleri “parayı basan alır” mantığından çıkarmadan olmaz.

Genç akademisyeni öldüren katil, “hukukçu” olacaktı.

YÖK önce, ona hukuk bölümünün kapılarını açan sistemi masaya yatırmalı, sonra İçişleri Bakanlığı’nın kapısını çalmalı.

KÖTÜ NİYETLİ OKURA NOT

Yazdığım her cümlede “vay hükümeti eleştiriyor” diyerek sorun çıkaran arkadaşlar, biraz rahat olun.

Bu hükümetin rakibi falan yok.

Muhalefet acıklı halde.

Bir eleştiri, hükümeti yerinden etmez, okumasını bilen için yerini güçlendirir.

Parasız danışmanlık yani…

CHP YÖNETİMİ DALGA MI GEÇİYOR?

İzmir adaylarını belirlemek için anket yapacaklarmış!

Seçime kalmış 2,5 ay!

Parti yeni değil. Şehir yeni değil.

Aday sorunu yeni değil.

Ne yaptınız bunca zaman? Yan gelip yattınız mı?

MEHMET SOYSAL’IN İLK YAZISI VE BİR ÖNERİ

Mehmet Soysal yeniden yazmaya başlamış.

Onca saçma sapan insanın köşe yazdığı zamanda, deneyimli bir kalemin geri dönmesi iyi olmuş.

İlk yazısı sosyal medya üzerine. Biraz ağlamaklı.

Baştan sona haklı.

Da.

Yazıda, “(Bu çağı) Bilgi çağı geliyor diye büyük sevinçlerle karşılamıştık” demiş.

Konuya girmem lazım.

Bu çağa “bilgi çağı” demek, sadece dijital sermayenin reklamı.

Olsa olsa “enformasyon çağı” denebilir ki, bu da “bilgi”den hayli uzak.

Kevin Robins’in İmaj kitabında şöyle bir eleştiri ifadesi geçer:

“Tarihin hiçbir döneminde insan, kendisi hakkında bu kadar az şey bilmiyordu.”

Mehmet Soysal’a naçizane bir önerim olacak:

Hürriyet’in eklerinin, şirketlerin, yiyecek içecek ve moda sektörünün reklam aracı olması konusuna bir el atmalı.

İçinden pazarlamayı çıkar geriye bir şey kalmıyor.

Artık Hürriyet, para verip broşür almak gibi bir şey oldu.

Bu işe bir çeki düzen verse.

Hürriyet’in ek yazarlarını pazarlamacılıktan çıkarsa, gazetenin tirajına büyük katkı sağlar eminim.

YİNE SOSYAL MEDYA SAÇMALIĞI

Serdar Aziz, Galatasaray’ın iyi futbolcusuydu.

Sakatlandı. İstirahate çekildi, biliniyordu, meğer Maldivler’de tatildeymiş.

Nereden mi öğrenildi?

Aziz’in eşinin, “Bakın gördünüz mü, nerelere gittik” gösterişli sosyal medya paylaşımından.

O paylaşımla Aziz, severek oynadığı takımdan oldu. Fenerli Alex’in kaderi.

Her aklınıza geleni, her yaptığınızı başkalarıyla paylaşmaktan bir vazgeçin yaa, bir vazgeçin.

Hem diyeceksiniz ki dünya kötü, hem de paylaşmaya devam.

Bu neyin kafası?

KİTAP FUARLARI ŞEHRE GERİ DÖNSÜN

Madem yerel seçimlere gidiyoruz.

İstanbul belediye başkan adayları seçim vaatleri arasına, kitap fuarlarını şehir merkezine getirme sözü koysun.

Ayak altı, yol üstü olması gereken kitap fuarlarını bulaşıcı hastalık merkezi gibi kentin dışına, en uzağa koyunca gidebilen var, gidemeyen var.

Kitap fuarı şehre gelsin. Bir kere değil, fuar boyunca her gün gidilebilsin.

FENERBAHÇE’Yİ ANLAYAN ANLATSIN

Cenap Şehabettin’in sevdiğim bir sözü vardır, sık tekrarlarım: “Çıktığınız kapıları sert çarpmayın” der, “çünkü geri dönmek zorunda kalabilirsiniz..”

Ali Koç, FB’ye gelir gelmez, çarpa çarpa kapattığı kapıları, mırıl mırıl geri açıyor.

Ersun Yanal’dan sonra, Volkan’gilleri de geri aldı.

Hem Ersun, hem de Koç tarafından zerre sevilmeyen Volkan’ın, Aziz Yıldırım’ın has adamı olmasına rağmen bu barışma neden?

Peki Volkan’a ne demeli?

Sığıntı gibi düzenlenen ortamdaki basın toplantısını, teknik adamın kendisine “figür” diye söz etmesini ve de “affetmek büyüklüktür” aşağılamasını nasıl kendine yedirebildi?

Anlamıyorum, hiç anlamıyorum.

BİZ ASLINDA 2016’DA MARS OLMUŞTUK

Bugün bilet parasına ağlayan film yapımcıları, 2016’da yerli ve milli sinema işletmemiz küresel sermayeye satılınca sevindirik olmuşlardı.

Tamam, Mars Sinema Grubu’nun avukatı Aslı Irmak Acar, ağzından çıkanın nereye varacağını bilmeyecek kadar iletişimden uzak.

Ancak suç onun değil, bir hukukçudan medya sözcüsü yapanların.

Hukukçudan medya sözcüsü olmaz, gazeteciden de danışman.

Aslı Hanım, “Biz ne Cem Yılmaz’lar çıkarırız” dedi ya.

Kastı Cem Yılmaz’ın şahsı değildi, öyle sanıldı.

“Biz” diyor Mars, “öyle yerel şöhretler falan umursamayız, küresel sermayeye hizmet ederiz.”

Madem ülkemiz yerli ve milli olanı destekliyor.

Yapımcılar ağlamak yerine bir araya gelip Mars’ı devre dışı bırakacak yöntem geliştirsin.

Böylece, millet makul fiyata film izlemiş olsun, ülke kültürümüz de küresel sermaye elinde patlamış mısır olmaktan kurtulsun.

AKLIMDA KALAN

Tombala makinesi: Tombala numaralarını çeken bir araç yapmışlar. D&R’larda hayli paraya satılıyordu yeni yıl öncesi. İlgimi çekti, inceledim. Tıpkı Milli Piyango çekiliş mekanizması gibi bir şey yapmışlar. Kolu çeviriyorsun bir numara düşüyor. Bizde gelenektir, yeni yıla ailece girilir. Tombala oynanır ve nedense hep çocuklar kazanır! Yeğenlere sordum, “Alalım mı bunu?” Hep birden itiraz edildi. “İyi de halacığım” dediler, “makine olunca işin heyecanı kalmaz ki.. Biz numarayı çekince ooooon….ikiiii, otuuuuuuuz…sekiiiiz diyoruz, son rakamı merak ediyoruz.” Doğru söylüyorlardı, içine kolaycılık karışınca işin keyfi kaçıyor, sıkıcı ve rutin bir şey oluyor. İnsan diyor ki, bırakın bazı şeyler öyle kalsın.

 

Diğer Yazıları