Bir anlık tereddüdün dört aylık hikâyesi
Seyretmek ne çetin meseleymiş birâder!
Sözünü ettiğim; Türkçe’de kelimeye eylem (eski tabirle fiil) yükleyen –mek ekli
hâl, bildiğin seyr yani, arabayla yahut yürüyerek yapılan seyir değil.
“-mek” eklenince bir eylem yüklenmiş oluyor kelimeye ama seyretmek aslında
eylemsizliğin daniskası. Tam olarak; hem fiziksel, hem zihinsel, hem de
duygusal hareketsizlik hâli. Cilvenin güzelliği, cevizin çetinliği burada! Hareket
edersen ayrıntıları kaçırıyorsun, yani hayatı, zira hayat eski bir reklam
spotunda olduğu gibi ayrıntılarda gizli... Zihin devreye girerse; bakıyorsun
ama görmüyorsun, işitiyorsun ama duymuyorsun, çünkü senin
biçimlendirdiğin resimler, çerçevelediğin fotoğraflar ile kurguladığın görüntü
ve ses kayıtlarının aktığı bir şelale o, hem kalabalık, hem gürültülü, hem de
tek kelimeyle gözbayıcı... Ve hele hele duygular harekete geçerse; seyirci,
yani tanık, yani şâhit olmaktan çıkıp ya savcı, ya avukat yahut yargıç veya
bunların hepsi birden oluveriyorsun...
Yaman mesele...
Eşyâya yani şeylere, yani olay, olgu her ne var ise alemde kendi zaviyende
bakarken kıçın başın oynadı mı, seyrin büyüsü bozuluyor, o bozuk büyü ise
gözleri kör, kulakları sağır, dilleri lâl değil ama dellâl ediyor.
Dellâl ne peki?
Çığırtkan!
Yani ben, sen, o, biz, siz, onlar...
Çığırtkanız hepimiz, çığırtkanlık halimiz!
İngiltere’den yeni dönmüş bir dostum, Somalili genç bir Müslümanın endişeyle
“Türkiye’de neler oluyor?” diye sorduğunu anlattı. Öyle böyle değil, bir hayli
endişe yüklüymüş Somalili delikanlının sesi ve bakışı.
“Hiiç!” demiş dostum, “Bi şey olduğu yok, gayet normal!”
Somalili delikanlı başını sallamış “Hayır hayır, burdan öyle görünmüyor!”
demiş.
Bunu işittim ya, beden, zihin ve duygular hemen harekete geçti bende. Bi
haller oldu, kıçım başım oynamaya başladı. Zaten İbrahim Kalın’ın, soyismiyle
müsemmâ hacmi olan “Ben, Öteki ve Ötesi / İslâm – Batı İlişkileri Tarihine
Giriş” kitabını yeni bitirmişim... Kafamın içi 1000 küsur yıllık bilgiler, belgeler,
rivayetler, alıntılar ve kalıntılarla dolmuş... Bir de bunlara başka okumalar,
bakmalar, görmeler, dinlemeler, yaşamalar, duymalar ekleyin... Sonra 15
Temmuz’u koyun en üste... Onun bir altındaki Gezi, hâlâ salkım saçak iken
hem de...
Saniye sürmedi hükmü yapıştırmam, belki onda biri bile sürmedi.
“Yav algı operasyonu yapılıyor işte, sen ne dersen de! Ağzımızla kuş tutsak
elin gâvuru çarpıtıp yediriyor bunlara!”
Dostum bir kaç saniye baktı gözlerime...
“Öyle mi acaba?” dedi, kalıverdim.
İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken,
gramer hocamız merhum Prof. Dr. Muharrem Ergin derste bir soru sorar,
verdiğimiz cevap doğru da olsa, garip bir tonlama ve tebessümle “Acaba?”
derdi, kalıverirdik. O tonlama ve tebessüm öyle garip olurdu ki, bildiğimiz
doğrudan kuşkuya düşer ve saniyeler içinde bilgimizi gözden geçirme ihtiyacı
hissederdik. Onun istediği de buydu zaten; doğru bilişimizi tekrar tekrar
gözden geçirerek bilgiyi pekiştirip pişmemizi sağlamak!
“Öyle mi acaba?”
Düşünün zihnin nelerle dolu olduğunu ki; dostum bunu sorduğu anda, hem
rahmetli Muharrem Hocamın derste “Acaba?” diyerek gülümseyen yüzü geldi
gözlerimin önüne, hem de Al Pacino’nun Şeytanın Avukatı filminde “Kibir; en
sevdiğim günah!” diyerek İblis kahkahası atan suratı! Asırlarca çabalasam
aynı anda yan yana gelmesi imkansız iki “şey”!
Nasıl oluyorsa oluyor işte; birbirinden bağımsız, bağlantısız, son zamanlarda
suç literatürüne sıkça giren intisaplı ve iltisaklı olmayan iki “şey”, tereddütle bir
an düşününce, birbirini tamamlayan unsurlara dönüşüveriyor.
Tereddütle bir an düşününce; zihnimde uyanan görüntünün Muharrem Hoca
da, Al Pacino da olmadığını farkediyorum. Onlar değil, benim aslında ikisi de.
Bir yanım Muharrem Hoca sûretinde “Acaba?” diye gülümsüyor az önce algı
operasyonu üzerine ahkâm kesen yanıma, o soruyla afallıyorum ve bu sefer
de kibrime sûret kesilen Al Pacino’nun şeytan suratı kahkahayı patlatıyor.
Bir an tereddütle düşününce, aslında 15 Temmuz’dan beri yani dört aydır bu
hâlde olduğumu farkediyorum.
Bir anlık tereddüthânedeki endam aynasında görüyorum, dört aylık hâlimin
ahvalini! Acılarımı, öfkelerimi, sövüp saymalarımı, beddualarımı, lânetlerimi,
ilencimi, kinimi, nefretimi, uğunuşumu, ağlayışımı, deli danalar gibi
böğürürken dört duvar arasında okumadan yazmadan, eşden dosttan
kaçışlarımı ve...
Ve bütün bunların arkasına, yanına, yöresine, gölgesine gizlenmiş içten içte
çın çın böbürlenişimi, hâlimle şişinmelerimi...
Kibrimin çığırtkanıyım aslında evet, kibrimin avukatıyım, yani şeytanın!
Şehitlere şâhitliğiyle şişinen bir şeytanlık bu bendeki!
O kadar çirkinim yani!!!
Peki sadece ben mi vardım o bir anlık tereddüthânede?
Hayır!
Seni de gördüm, onu da.. sonra bizi gördüm, sizi ve onları...
Hepimizi!
Devlet Bahçeli’nin tabiriyle, alayımız oradaydık!
“Siz” mesela; kılıç, kargı, gürz gibi çevirdiğiniz köşe yazılarınızla, medya
meydanında cenk eden merdânelerden çok, elindeki taharet bezini birbirine
sallayarak herifinin erkekliği üzerinden avratlık maharetini nisbet edip çene
yarıştıran sırasını şaşırmış kumalara benziyordunuz!
O kadar çirkindiniz!
“Onlar” ise; Avrupa kazanından Fransız kaşığıyla yediği İngiliz cîfesi ağzının
kenarından taşarken, otekine kör, butekine sağır, şutekine dilsiz taklidi
yaparak, demokrasi, özgürlük, devrim gibi çağdaş çıkarlar adına iğdiş edilmiş
ne kadar kavram varsa hepsine aynı anda tecavüz edip, bir yandan “tâciz
var!” diye bağırıyorlardı.
O kadar çirkinlerdi!
Ve “biz” yani hepimiz; olduğumuzdan farklı, göründüğümüzden başka idik!
Çıngır çıngır bağrışıp, dangıl dungul didişip duruyorduk!
Kendimizi bir anlık tereddüthâne gözlemevine koyarak, kıçımız başımız
oynamadan, eylemsiz, hareketsiz seyrettiğimizde gördüğümüz, göreceğimiz
manzara, serdiğimiz sereceğimiz, verdiğimiz vereceğimiz resim bu idi!
O kadar çirkindik!
Gâvurun gayretine ne hâcet?
Onlar sadece çalgımızı algılıyor olmalı bu manzaraya bakarken!
15 Temmuz gecesi, 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyip ile kurşunlanıp şehid
edilen cânım içi, gözüm yaşı, gönlüm kederi kardeşim Erol Olçok; şehadetin
bal şerbetini içmeden önceki zamanında, kendisini eleştiren kardeşi Cevat’ı
sessizce dinler, söz bittiğinde “Hepsinde haklısın Cevat abi” der ve sorarmış;
“Şimdi ne poh yiyecez?”
Tam da bu soruyu sormak üzereydim İngiltere’den Somalili delikanlı hatırasını
anlatan dostuma:
“Şimdi ne poh yiyecez?”
Cevap bir başka dostun bilgisayara girip açtığı Neşet Ertaş türküsünden geldi.
Hani Agâhi’nin o can yakan deyişi var ya; “Seher vakti çaldım yârin kapısını
aman aman aman” diye başlayan...
O deyiş; sıradan bir türkü değil, bir seyrü sülûk, yani dervişin yol hikâyesi idi.
Seher vakti Hak ile yakîn bulmak için “murakabe”ye oturan derviş, tesbih ile
sevgililer sevgilisinin kapısını çalar... Ancak kapılar sürmelidir, kapalıdır...
Fakat sevgilinin halvethanesi de boş değildir... Nitekim bir gözleri sürmeli çıka
gelir... Derviş kapının açılması ve eşikten geçilmesi için gereken şartları emir
tekrarı gibi sıralar: Sevgiliyi görecekse aşık o kapıda nöbet tutmalı, günde
yüzbin kere yüzler sürmeli ve kapının açılacağından ümit kesmemelidir...
Derviş de öyle yapmış olmalıdır ki; kapı açılır, derviş eşik aşar, keşik alır, içeri
girer ve sevgilinin güzelliği aklını başından uçurur... O cazibeyle sarhoş olup
dilinden şu sözler dökülür:
“Sende buldum hâlis cevheri!”
Sevgilinin cevabı, Derviş’e değil bize aslında;
“Yok yooook, bir mihenge sürmeli!”
Sevgili; benim rahmetli Muharrem Hocam gibi gülümseyerek “Acaba?”
demiştir...
O an derviş kendisini tereddüthane gözlemevinde bulur, yâr gözgüsünde
endâmını, gönül teleskobunda kendi âlemini seyrederek, kendisini ölçülerden,
tartılardan, haddelerden, mihenklerden geçirip hakikatteki kıratını öğrenir,
eksiğini görür, gözünden kanlı yaşlar akıtarak şu dersi beller:
“Hak bulunmaz hayâl ile, düş ile
Varılmaz menzile bu gidiş ile”
Peki, n’olcak şimdi?
“Şimdi ne poh yiyecez?”
Cevap yine bizedir; dervişe değil:
“Hemen aşk atına binip sürmeli!”
El hasıl... Vel hasıl... Arıza tam da burada...
İçimizdeki düşmana, dibimizdeki haine aldanışımız da, aldanmadık sanışımız
da gördüğümüz hayâller ve düşlerden ibaret..
Önkabullerimizin hayâlinde yahut önyargılarımızın kâbusunda birbiriyle
savaşan, didişen, gölgesiz kuklalarız hepimiz!
Verdiğimiz resim bu!
Vergin ne ki, algın ne olacak?
Gâvurun ne kabahati var gülüm?
Bunlardan yani kendimizden sıyrılıp ya birbirimize hakkıyla şahit, ya da
birbirimizin aşkına şehit olamazsak; dudağımızı bal şerbetine değil kendi
gâvurluğumuzun, yani şeytanlığımızın cîfesine daldıracağız!
Ya bal yiyeceğiz ya da poh!
Bu işin de ortası yoh!
Keyfe kafiye değil, hâle tarih düşürmek derdindeyim, gülme!
Toplum olarak bir anlık tereddüthâne gözlemevinde bu hâli müşahede
etmezsek; şâhitliğin de şehitliğin de özünün şehd, yani bal olduğundan
bîhaber, sevgisiz, sevgilisiz savrulup sürüneceğiz!
Gurban olduğum, gözünün yağını yidiğim, bozkırın tezenesi hemşerim,
rahmetli “Garip” Neşet Usta’nın türkülerinin üçünü beşini değil, sadece
birinden tek kıta anlayabileydik; ne 15 Temmuz alçaklığını yaşar, ne adı
Hüseyin diye Negrotik Obama’dan, ne Fetöcü Hillary’i sandığa gömdü diye
Trampet Trump’tan medet umar hale gelirdik!
Kim ne “mahana” uydurursa uydursun, mazeret sıralasın, atıp tutsun; baş
tepesinden alt kefesine kadar, tek tek, fert fert, “Hata benim, günah benim,
suç benim” demedikçe; “rızasız bahçanın gülü derilmez” düstûrunu unutup
sevgisini, nefretini, imânını ve inkârını başkasına dayatan ve bu yüzden
sevgisinin de nefretinin de imânının da inkârının da sahtekârı bir gürûh
halinde, yedi iklim dört cihâna hem rezîl, hem zelîl olmaya devam ederiz!
Ya şâhit, ya şehit ya da şeytan!
Ötesi yok be Leylâ!