Bir İstanbul depremi hikâyesi
Son yaşanan İstanbul depremi, trajik İstanbul tarihini olduğu kadar deprem bilimindeki komik halimizi de gözler önüne sermiş bulunmaktadır.
Memleketin güzide deprem bilimcilerinin her biri kendisine özgü bir üslupla konuştu. Ortak noktaları ise hiçbir konuda ittifak edememeleri oldu. Deprem olacaktı ama zamanı belli değildi. Ama çok yakındı. Şiddeti konusunda da farklı beyanlar vardı. Düşük sarsıntılı da olabilirdi oldukça şiddetli de. Hemen de olabilirdi, sonra da. Belki bir yıl sonra, belki de bin yıl sonra. Ama olacaktı ve korkmak lazımdı. Beklenen deprem için en çok kullanılan kelimeler ise olasılık belirten ve kesinlik arz etmeyen cinstendi.
Açıklamalar korku salmaktan başka hiçbir işe yaramaz türden şeyler. Kendi aralarında varılmış bir uzlaşmadan yoksun ferdi beyanlar…
Deprem bilimcilerin İstanbul gibi bir şehrin ve dolayısıyla Türkiye’nin ve hatta Balkanlar ve Ortadoğu’nun kaderi ile yakından alakalı olan vahim bir tehlike konusunda neden her biri tek başına ve farklı tarzda konuşurlar anlamak hakikaten zor. Bir araya gelip ortak bir açıklama yapma gereği neden duymazlar garip. Sanki her birinin kendisini öne çıkarmak gibi bir tavrı var. Biri depremin olması yakındır derken diğeri endişeye mahal yok. Daha zaman var, diyebilmekte…
İsterseniz bu traji-komik durumu bir tarafa bırakıp geçmişte İstanbul’da yaşanan bir depremin trajik hikâyesine bakalım.
Tarih 10 Temmuz 1894. Günlerden Salı.
Sultan II. Abdülhamid dönemi İstanbul’unda oldukça yıkıcı bir deprem gerçekleşir. Meydana gelen deprem öğle üzeri bir saatte, 12:24’te vuku bulur. Merkez üssü Yeşilköy'e 8 km uzaklıkta Marmara açıkları olan deprem, güneyden kuzeye doğru üç şiddetli sarsıntı halinde hissedilir.
Etki alanı birkaç 400 kilometreyi bulan ve bugünkü araştırmalara göre şiddeti 9 olarak tespit edilmiş bulunan ve 10-12 saniye süren bu deprem neticesinde yüzlerce insan ölür, binlercesi de yaralanır. Evler, camiler, kilise ve sinagoglar ve kurumsal binalar kısmen yahut bütünüyle yıkılır. Kapalı Çarşı ve Harbiye Nezareti binası kısmen yıkılanlardan sadece ikisi olur. Sirkeci İstasyon binası hasar görür. Gazanfer Ağa Medresesi ağır darbe alır. Saraçhane'deki bir başka medrese, Balat'taki Yahudi Okulu ve Bakırköy'deki Nerşabuhyan Ermeni Okulu bütünüyle yerle bir olur. Reuters haber ajansı mevcut durumun vahametini; “şehirde depremin yıkıcı etkisinin görülmediği cadde yoktur” diye duyurur. Durum o kadar kötüdür.
Osmanlı Hükümeti’nin tespitine göre depremde 10,000 bina zarar görmüştür. Hükümet tarafından yaralı ve ölü sayısı yüzlü rakamlarla ifade edilmişe de gerçek rakam binlerce insanın öldüğü yolundadır. Depremin vermiş olduğu maddi zarar ise 5.000.000 Sterlin (25.000.000 Dolar) olarak hesap edilir.
Sarsıntıdan dehşete kapılanlar, pencerelerden fırlayarak, kendilerini açık alanlara atarlar. Sultan Abdülhamid’in bile sarayın birinci katından bahçeye atladığı yollu rivayetler kulaktan kulağa yayılır. Şehrin ana meydanları, park ve bahçeleri hatta mezarlıklar bile insanlarla dolup taşar. Artçı şoklar nedeni ile korku ve endişeden kurtulamayan halk şehrin açık alanlarına kurulan çadırlara sığınır. Yıldız Sarayı bahçesinde yeni bir deprem olabileceği endişesindeki insanların gecelemesi için Sultan Abdülhamid’in emri ile çadırlar dikilir. Depremin olduğu günlerde ziyaret için İstanbul’da bulunan Mısır Hıdivi’nin özel yatı da evsiz barksız insanların geceyi geçirip sabahlamalarına mekân olur. Bu arada Hükümet halkı teskin etmek için İstanbul basınının kulağını çekmek ve acı verip yürekleri hoplatan dilini sansürlemek zorunda kalır. Yabancı basını engellemek ise pek mümkün olmaz.
Deprem günün en popüler konuları arasında yer alır. Yabancı basında, son bilimsel deprem teorileri ışığında sismik sarsıntıların nedenleri tartışılır. New York Times; “Muhtemelen yerin derinliklerinde korkunç bir kasılma oldu.” diye yazar. Fransız gazetesi La Croix ise İstanbul'daki depremin; “Volkanik faaliyetlerin yeryüzünde değişimlere neden olduğu” teorisini haklı çıkardığını ifade eder. Fransız bilim adamı Albert Auguste de Lapparent’e atıfta bulunan Katolik Gazetesi ise depremin; “Balkan Yarımadası’nın denize tam olarak çöküşünün bir işareti olabileceğini” yazar. Bu arada, bazı dergiler depremin asıl sebebinin Marmara Denizi altında yeni bir volkanın doğuşu olduğundan dem vurur.
Devrin deprem bilimcileri ve gazeteleri ne söyleyip ne yazarsa yazsınlar, yaşanan depremin oluş nedeni ve izah şekli halkın ekseriyetinin nazarında bilimsel bir yaklaşımla ele alınmaktan ziyade geleneksel algılara dayalı kalır. Netice itibariyle halk, Halide Edip’in tespitiyle, birkaç ay boyunca dini bağlılık ve dini emirlerin yerine getirilmesi noktasında daha dindarane bir tavır sergiler. Ancak bu tavır ve psikoloji İstanbul’da muayyen bir dini sınıfa mahsus olmayıp toplumun hemen her kesimi ile yakından alakalı olur. Çok uluslu ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğu’nun oldukça renkli başkentinde, tüm dini topluluklar arasında benzer davranışlar sergilenir ve dine iltica ile sükûnete erme arayışı gözlemlenir. Basının sayfalarında haber konusu ettiğine bakılacak olursa, deprem sonrasında Ermeni cemaati mensupları sadece dua etmekle kalmaz. Felaha ermek üzere kurbanlar da adar. Katolik Fransız gazetesi La Croix’in İstanbul muhabirinin verdiği bilgiye göre ise; “örtülere bürünmüş bir Rum kadını, elinde tuttuğu haç ve bakire Meryem’in resmiyle sokakta yürürken, bir taraftan gözleri ile göklerdeki cenneti arar, diğer taraftan ise hıçkırıklara boğulmaktan kendisini kurtaramaz bir haldedir.”
Anlaşılan o ki, kriz anında ve dönemlerinde pek çok insan bilimsel açıklamaları aramaya eğilimli olmaz. İnsanoğlu, içinde bulunduğu acziyetin bir neticesi ve yansıması olarak, kendisini yaratan o yüce varlığa yalvarma ve benimsediği inanca daha fazla sığınma lüzumunu her zamankinden çok daha fazla hisseder.