Bir kadını ne kadar sevmeli, ne kadar dövmeli?
Tüm dünyayla, tüm insanlarla ilişkimi kesip tek başınalığın keyfini çıkardığım; insan türünün saldırılarından korunduğum, adaletsizliğinden kaçtığım, aptallıklarına tahammül etmediğim, kıskançlıklarını hoş görmek zorunda kalmadığım korunaklı odamı bazen su basıyor ve tavanın bir köşesinde bulabildiğim bir dudak payı boşluğa yüzüp, nefes alıyorum.
Bir kadının gözümüzün önünde boğazı kesiliyor, başka bir kadın doğum yaptığı hastanede kocası tarafından bıçaklanıyor, 5 yaşında bir çocuğu annesinin sevgilisi döverek öldürüyor (sonra çocuğun cesedi elleri, kolları bağlanıp bir poşetin içinde kullanılmayan bir tandıra konuluyor), Ukraynalı kadını Türk kocası dövüyor ve çocuklarını kaçırıyor, ünlü bir çiftin tamamı tribünlere oynana evliliğinde yumurta-sperm-mitokondri-madde bağımlılığı-uyuşturucu taciri-şiddet-dayak kelimeleriyle geçen tartışmaların sonucunda düşük yaşanıyor, yaşanan düşüğün ardından siperlere yatan savaşçılar serbest atış durumuna geçiyor, bir Kur’an kursunda 30 çocuğa tecavüz ediliyor, babasının tecavüzüne uğrayan küçük bir kız çocuğu fuhuşa zorlanıyor… İsimlerini özellikle yazmadım. Nasıl olsa sosyal medyada etiket olup 24 saat konuşulduktan sonra unutulup gidiyorlar. Aşırı doz kötü haberlerden oksijensiz kalıyoruz -her ne kadar kendimize korunaklı odalar inşa etmiş olsak da! Nuran Yıldız son yazısında veremediği iyi haberler nedeniyle yazı yazarken yaşadığı umutsuzluğu anlatmıştı. O kadar haklı ki!
Sonra ortaya pusuya yatmış kadın düşmanları çıkıyor. Bunların bazıları boşanmış eski kocalar, çocuğunu göremeyen babalar, nafaka mağdurları gibi dernekler kurmuş erkekler. Kendi sorunlarında -büyük harflerle yazıyorum- HAKLI OLABİLİRLER. Detaylarını bilmediğim bir hadiseyle ilgili yorum yapmayacağım ama yere dökülmüş bir kadın kadını varken, bir çocuk mağdurken rica ediyorum çenenizi kapatınız. Başkalarının acıları üzerinden fırsatçılık yapmayınız.
Bir diğer kadın düşmanları bizatihi bazı kadınlar ki onların argümanı da en büyük kötülükleri kadınlardan görmeleri. Bazı hemcinslerimin çirkin kıskançlıklarına, kötü muamelelerine, haksız rekabetlerine, ilkesiz ayak kaydırma oyunlarına maruz kalmış olsam da biliyorum ki bütün bunları ‘cinsiyet’ ile açıklayamam. Kariyerimdeki en büyük engellemeleri, kötülükleri kadınlardan değil erkeklerden gördüm çünkü. Bazı kıskançlıkların ve rekabetlerin aynı cinsler arasında yaşanması doğal değil mi? Bir kadın ayağının zarafetini bir erkekle yarıştırmayacak herhalde. Bu rekabet doğaldır ama bu uğurda yapılanlar doğru olmayabilir.
Erkeklerin arasında ‘sidik yarıştırma’ya kadar giden bir rekabet varken, bir tanesinin çıkıp “Bütün kötülüklerin kaynağı erkektir. Erkek dediğin şeytandır” dediğini duymazsınız. Ki onlar bir futbol maçında bile birbirlerini öldürecek kadar kıskanç olabiliyorlar. Ki onlar dünyanın hakimi olmak için binlerce savaş ilan etmiş, milyonlarca kişinin ölmesine neden olmuştur. Ki onlar tüm dünyadaki suçların yüzde 90’dan fazlasını işlerler. Trafik kazlarının çoğunu onlar yaparlar. Erkekler!
***
Çeşme’de uzun bir haftasonu geçirdim. Arkas Aegean Link Regatta yarışlarını izlemeye gelmiştim. Aslında pek çok güzel şey de oluyor. Üçüncü kez düzenlenen etkinlikte 500 kişi yarıştı. Çeşme Belediyesi’nin desteklediği yarışın bir ayağı 30 Ağustos’ta gerçekleşti. Asılan Türk bayraklarıyla Ege’nin mavisi kırmızıya döndü. Ve 500 bin kişi, kıyasıya süren bu yarışı izledi. Etkinlik boyunca Bernadet Alaçatı otelde kaldım.
Adını Berna Tunalı Mimaroğlu’ndan alan otel… Yatağımın üzerinde bir mektup buldum. Otelin kurucusu Vedat Mimaroğlu kaleme almış. Bir otel hikayesinden çok daha fazlası vardı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu, sanatta yeterlilik diploması sahibi, öğretim üyesi, grafiker, gezgin, şef, rüzgar sörfçü, kayakçı, yaşam heveslisi Berna Mimaroğlu’nun çok sevdiği Alaçatı’da yazlık ev alma hayalinin, ‘ev gibi rahat otel’ yapmaya dönüştüğünü bu mektuptan okudum.
Bir seyahat dönüşü Berna’ya lösemi teşhisi konur. Eşi 30 senelik profesyonel çalışma hayatını sonlandırır ve ‘ikinci balayı’ dedikleri iki yıllık süreç başlar. Berna ve Vedat baş başa, el ele, diz dize, koyun koyuna geçirirler bu zamanı. Berna, tedaviye olumlu yanıt verir, iyileşir. Fakat dört ay sonra hastalık geri gelir. İkinci bir nakil için çift New York’a gider. New York günlerinde, daha önce çayın altını bile yakmamış olan Vedat, eşinin beslenmesiyle ve misafirlere ikramla ilgilenirken usta bir şefe dönüşür. Fakat tedavi başarısız olur. Doktorlar nezaketle Berna’nın 3-6 ay arası ömrü kaldığını söyler.
Alaçatı’daki ev… Vedat dört ay gibi kısa bir sürede sürüncemede kalmış ev projesini tamamlar. Berna o hayalini kurduğu evde tam olarak 6 hafta geçirir. Vedat, son doğum gününde Berna’ya 1000 yaşında bir zeytin ağacı hediye eder. Zeytin… Ölümsüz ağaç! O ağacın etrafı şimdi bir otel: Bernadet Alaçatı! Otelde Vedat’ın bir sebze bahçesi var bir de marangozhanesi… İnce bir zevkle, Berna’nın hatıralarını yaşatmak üzere tasarlanan otelde bizi karşılayan mektup arkadaşlarımı da etkiledi.
“Biz kadınlar böyle hikâyeleri seviyoruz. Ölümsüz aşklara, karısına sadakat ve sevgiyle bağlı kocalara, eşi ölmüş bile olsa alyansını çıkarmayan adamlara büyük saygı, belki de hayranlık duyuyoruz” dedim.
Masadaki erkeklerden biri o büyük aşka hayran olmakla birlikte şöyle bir laf etti:
“Acaba bir kadını bu kadar sevmeli mi, bilemedim!”
Evet, bir kadını ne kadar sevmeli hakikaten?
Şiddette cömert erkeklerin, mesele sevmeye gelince hesap yapması, risk analizi çıkarması hayret verici.
Uyumak için odama çıktığımda bir arkadaşımdan mesaj alıyorum:
“Seren Serengil’i yazsana. Kadın kocasından dayak yemiş ama susup oturmuş çünkü kocasını seviyormuş. Çüş! Yuh!”
Evet, bir kadını ne kadar dövmeli hakikaten? Ki o kadın şiddetin bir sevme biçimi olmadığını anlasın!