“Bokunu boncuk zanneden bebelerin kokusunu çekmek zorunda mıyım?”
Pek yapmam ama Twitter’da çıkardım bu baklayı... tutup böyle bir soru attım ortaya.
Paniklemeyin, o kelimeyi tekrarlayacak değilim.
Twitter seyranını seviyorum. Seyretmeyi seviyorum çünkü. Twitter ortamı içinde duyguların, düşüncelerin, hallerin yüzdüğü bir akvaryum benim için. O sebepten mümkün olduğunca çok hesabı takip etmeye çalışıyorum. Timeline denilen genel ortama yazılanları okuyup geçiyorum. Dediğim gibi bu bir seyir aslında. O akvaryum içinde yüzen duyguları, düşünceleri, halleri seyrediyorum. Sadece seyirde kalırsam hem rahatlatıyor, hem öğretiyor; yok rahat durmayıp o duygu, düşünce ve hallerden birine dokunmaya kalkarsam, adeta anafor içinden bir canavar çıkarak elimden tutup hüüüp diye içeri çekiveriyor. Bir süre sonra üstüm başım bereli dışarı kusulmuş yahut sadece kendine kör kılıcımın katliamı yüzünden yüzüme küsülmüş halde buluyorum kendimi.
Bir zaman sonra farkettiğim şu; twitter akvaryumunda seyrettiğim başkaları değil aslında, kendimi seyrediyorum. Bencileyin düşünmeyen, duymayan, hallenmeyen insanları değil, kendimi merak ediyorum.
Merak işte...
Dur bakalım, kim ne yazacak diye meraklandım; yukardaki soru cümlesini yazdım. Facebook sayfamdaki duvara da koydum o cümleyi. Bir hayli cevap geldi ki zaten hepsi bendeki cevaplardı.
Kısaca hayır diyenler fazlaydı; hayır, çekmek zorunda değilsin!
Evet diyen sadece bir kişi çıktı. Kısa, net, bir kelimelik o tek cevaba yakın olanlar, boncuk meraklısı bebe kokusuna katlanma durumunu bir takım şartlara bağladıkları için evet kapsamına almıyorum.
En fazla “Kime kızdın Amedbaba?” diye soruya soruyla cevap verenler, daha doğrusu yazdığım cümlede magazinel arka plan arayanlar yahut buradan bir destek ya da köstek nasıl çıkar uyanıklığı peşinde olanlar veya her öksürüp tıksırmadan kendi duruşunca bir siyasi çıkarsama yapmayı otomatiğe bağlamış fanatikler vardı. Twitter yahut facebook ile yetinmeyip sms atanlar, telefon açıp “hayırdır, kimmiş o seni kızdıran bebeler” diye soranlar da oldu.
Önemli mi kim olduğu?
Her soru cevabına gebedir. Sorandadır cevap duyanda değil.
Sorduk madem cevabını da verelim o halde.
Evet! Zorundayım!
Marifetini boncuk zanneden bebelerin kokusunu çekmek zorundayım.
Çünkü benim kokumu çeken biri, hatta birileri oldu her zaman, hâlâ katlanan var.
Bebeler marifetini boncuk zanneder, bu onun doğal, olmazsa olmaz, yaşaması gereken süreci, aşması gereken merhalesidir.
Bu süreçte biri o bebenin marifetinin kokusunu çekerek sabırla bekler.
Beklediği; bebenin boncuk ile boncuk zannettiği şey arasında hiç bir fark olmadığını öğreneceği andır aslında, o anı bekler ve sabreder sadece.
Türkçe’de en çok sevdiğim kelimeden daha çok sevdiğim kelime işte;
Öğrenmek...
Türkçe’de heceleri teke düşene kadar parçalayarak kelimelerin köküne ulaşabilirsiniz.
Öğrenmek kelimesini parçaladığınızda elinizde kalan kök; ög!
Ög ya da ök, “anne” demektir. Türkçe’de annesi olmayana öksüz, öksüzün anne bildiği kadına ise ögey (üvey) denir.
Yani kelimede kök ve süreçte başlangıç; annedir.
Öğrenmek anne ile başlar çünkü.
Bebe, anasını seyreder, ne yaptığına bakar.
Anne; o sırada bebesinin marifetine boncukmuş gibi davranır, onu altından alır, rengine kıvamına bakar, hatta koklar bazen, sonra beze sarar dikkatlice, götürür, bir şeyler yapar, hatta kalıntısını bile bırakmaz bebenin kıçında, onları da alır, öylesine bir meşguliyettir bu.
Bebe, anasının bu meşguliyetini seyreder ve kendi marifetini boncuk zannetmeye başlar.
Ta ki boncuk ile boncuk zannettiği şey arasında hiç bir fark olmadığını öğrenene kadar. İkisi arasındaki farkın, kendi zannından başka şey olmadığını ayırana kadar.
Bunu farkettiği an; öğrenici olmaktan çıkar, ög’ün kendisi olur, anne olur yani.
Anne de bebesinden öğrenicidir bu süreçte, o da sabrı öğrenir.
Anneyi öz ile ögey’den ayıran tek hâl; sabırdır.
Bebesine sabredendir öz olan, bebesini doğuran değil.
Sabredemeyen öz olmak vasfını kaybeder.
O vasfı kaybetmiş anne haberlerini gazetelerin 3. Sayfalarında yahut tv haberlerinde okumuş, görmüş, hatta twitterdan facebooktan lanetler yağdırmış olanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Demem o ki; marifetini boncuk zanneden bebelere kızılmaz... tahammül edilir.
“İyi de sen kime kızdın Amedbaba, gene top çevirme de söyle şunu!” diye homurdananları duyar gibiyim.
Homurdanmayın, ona buna değil, kendime yazdım!
İçimdeki bebeye!
Lafa gelince Amedbaba, işine gelince Amedbebe olan yanıma.
Hadise de bu, mesele de...
Ötesi kıyl ü kal...
Bu iki hâl arasındaki sükun zamanında, basamak inmekten sızlayan dizlerim ile çene sıkmaktan inleyen dişlerimin kulağıma gelen feryadından anlıyorum ki, hâlâ kokuma katlanarak sabırla bekleyen birileri var başımda.
İlki annemdi; göçtü...
Sonrakiler öğretmenlerimdi, ustalarımdı, mürşitlerimdi.
Kimileri göçtüler, kimileri ise gölgeler...
O gölgelerde bendeniz Amedbebe keyfini çatıp duruyorum...
Bir yandan da şunu düşünüyorum;
Özde tamamı bana ög olan öğretmenlerimin, ustalarımın ve mürşitlerimin ortak bir özellikleri vardı; beni dinlerken ölü balık gibi bakıyordular.
Ölü balık gibi...
Şimdi anlıyorum ki, onlar beni dinlerken orada olmuyorlarmış meğer. Sözlerimi duygularıyla değil duyularıyla dinliyorlarmış. Aradan kendilerini, tereyağı içinden kıl çeker gibi çekip alıveriyorlarmış da ben bilmiyormuşum. Bilmediğim için konuşup duruyormuşum zaten, vırvır ediyormuşum, dırdır ediyormuşum, leylek gibi lak lak ötmeyi, tokmak gibi tak tak etmeyi marifet zannediyormuşum.
Sözlerimin cümlesini, kelimeleri inciler olan gerdanlık diye tahayyül ediyor, tereciye tere, bereciye bere satıyormuşum.
Bir yandan da “Bunlar ölü balık gibi bakıyor, anlamıyor” diye düşünüp tekrar tekrar takır takır marifetlerimi boncuk diye döktürüp duruyormuşum.
Düşün artık yaydığım kokunun haddini hesabını...
Ben kendi kokumun farkına varmıyormuşum meğer...
Onların gül kokusu bastırıyormuş benimkini... şimdi.. yeni yeni anlıyorum niye bütün anneler gül kokar?
Geveze bülbüle tahammülünden!
Ah be Leylâ!