Bu gazetecilerden kurtulmak şarttır

Yazacağım bu yazıda ana konu dışında yer yer kendimden de, daha doğrusu medya dünyasında yaşadıklarımdan da, daha daha doğrusu medya dünyasında yaşanılanlardan da bahsedeceğim.

O yüzden peşinen özür diliyor; direkt mevzuya giriyorum.

Türkiye’de köşe yazarlığı yapmanın muhakkak ki bir bedeli var.

Kimileri bedelini peşin alır”.

Kimileri bedel öder”.

Bu durumdaki kişilerin sağcı ya da solcu olması durumu değiştirmiyor.

Çünkü bu tipolojideki kişilerin sağı solu belli olmuyor.

Bugün attığım tiviti buraya da aktararak devam edeyim:

Süleyman Demirel'in en saçma sapan, en öngörüden yoksun lafı, "Dün dündür, bugün bugündür" lafıdır. Bunu 40 yıl önce söylemişti. 40 yıl sonrasının bazı siyasetçi ve yazarlarını görse şöyle derdi: "1 saat önce 1 saat öncedir, şu an şu andır"!”

Bunu niye yazıyorum? Şunun için:

Türkiye’nin en mühim mevzularından biri de “Doğruyu ne pahasına olursa olsun söyleme cesaretinin gösterilip gösterilmediği” mevzusudur.

En alengirli, en çetrefil, en girift zamanlarda muhtemel ve müstakbel tepkileri göze alıp “doğruya doğru, yanlışa yanlış” diyemeyen, bunu göze alamayanlar var.

Göze alamayanların bunu göze alamayışı bir mantalite, bir hissiyat, bir karakter meselesidir.

Bu, anlaşılabilir bir meseledir. (Dikkat: “Anlayışla karşılanabilir” değil..)

Sıkıntı şu: Bu karakterde olan kişilerin, “taltif edilmesi”, kudret ve mevki kazanımlarına yol açılması, başta buna yol veren isimlere zarar veriyor.

Elbette demokrasiye, velhasıl her şeye ve herkese zarar veriyor.

Yukarıda “Biraz da medyada yaşadıklarımdan bahsedeceğim” demiştim ya, işte yeri geldi. Birkaç anekdot aktaracağım.

Bu durum, aslında şahsımı ilgilendiriyor gibi görünse de toplumun geneline şamil olan bir homurtunun tezahüründen başka bir şey de değil.

Evet, Akın İpek’in Kanaltürk TV’sinde Rasim Ozan, Ümit Zileli ve Ümit Özdağ ile seri programlar yapıyoruz.

(O zaman, arada en azından görünürde kavga gürültü yok.)

İlker Başbuğ’un tutuklandığı günün akşamı, üstelik Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ertesi günkü “Tutukluluk doğru değil” demesinden önce, programda dedim ki:

“Başbuğ’un tutuklanması hatta hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep edilmesi hukuki değildir. Siyasi söylem kullanması suçtur ama hükümeti devirmeye teşebbüs suçlaması boş bir iddiadır”

Patt.. Ertesi sabah programdan kovuldum!

(Yerime önce Mustafa Akyol, bilahare Salih Tuna geldi)

Ve o günden sonra o dönem Cemaat denilen yapının hiçbir programına çağrılmadım.

1 ay sonra MİT krizi baş gösterdi.

Ak Parti ile o dönem Cemaat denilen yapı arasında görünürde yine kavga yok, Takvimde yazıyordum.

Tam krizin olduğu gün yazdığım yazıdan aynen alıntılıyorum:

Evet, MİT’in mevcut başkanı ve yardımcısı ile selefi olan başkanın ‘şüpheli’ olarak üstelik ‘KCK’ şüphelisi olarak, üstelik Başsavcılığa haber vermeden, üstelik telefonla, üstelik telefon açıldığı haberi twittera sızdırılarak ve üstelik MİT Kanunu’nda Başbakan’dan izin talebinde bulunması zaruretinin mevcudiyetine rağmen.. Cümle uzun oldu, değil mi? O halde biraz kısaltayım: Bu durum, Başbakan Erdoğan’ı yeme operasyonudur. Açık söylüyorum, bu bir iktidarda kim olsun değil, “iktidar kimlerin olsun” kavgasıdır. Evet, mesele Ak Parti ile Cemaat arasında ciddi bir ayrışmanın geri dönülemez bir noktaya geldiğini gösteren ciddi bir turnusol kağıdı vazifesi görmüştür.”

Cümlelerim aynen buydu. Bu arada 17-25 Aralık’a yaklaşık 20 ay var!

Geldik 17-25 Aralık’a..

18 ya da 19 Aralık’ta Habertürk’te Balçiçek İlter’in konuğuyum.

Karşımda, bugün tutuklu olan Gültekin Avcı ile firari olan Bülent Keneş var.

Ortalık o günlerde kaset furyasından geçilmiyorken açık ve net bir şekilde “Yolsuzluk iddiaları doğru mudur yalan mıdır bilmiyorum. Elimde yeterli done yok. Ama bu, tam bir yargı darbesidir. Şimdiye kadar gazetelerinde bir tek yolsuzluk haberi yapmayan Cemaat’in bu çıkışı, iktidarı çökertme planının uygulamaya sokulmasından başka bir şey değildir.” dedim.

Şimdi son bir anekdot daha aktarayım. Kaldı ki can alıcı nokta esas burası.

Balyoz davası kararı açıklandığı gün Tarafsız Bölge’ye katıldım. (17-25 Aralık’tan tam üç ay önce..)

Onlarca general, İlker Başbuğ dahil, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış.

İktidara yakın medyanın tamamı “Büyük Devrim, Urlar Temizlendi vs. “gibi manşetler atıyor.)

Tekrar ediyorum; “görünürde” yine kavga yok..

Ahmet Hakan, şahidimdir. Hatırlayacağını tahmin ediyorum.

Dedim ki: “Balyoz semineri bana göre basit bir seminer gibi durmuyor. Ama bu dava Anayasa Mahkemesinden dönecektir. Zira ciddi hukuki ihlaller var. Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök’ün dinlenilmemiş olması bile, tek başına bozma sebebidir.”

Trajik olan şu: O gün o programda “Bu dava A’dan Z’ye kadar hukuki bir davadır. Bozmayı gerektirecek tek bir sebep yoktur” diyen, iktidara yakın bir hukukçu vardı.

Trajik dedim; evet trajik.. Çünkü bu kişi 2 sene sonra milletvekili seçildi!

Sonradan çıktığı programda aynen dedi ki:

“Balyoz davası A’dan Z’ye kadar yanlıştır. Bu kararı verenleri tarih affetmeyecektir”(!)

Neticede 17-25 Aralık oldu. Anayasa Mahkemesi’nin bozma sebeplerinden biri de Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök’ün dinlenilmemiş olmasıydı.

Ama ben bugün bir gazetede yazamıyorum, ekranlara çıkamıyorum.

Bu mecranın kurucusu Cengiz Er, sağ olsun 2 ay önce davet etti de artık meramımı daha geniş bir şekilde aktarabiliyorum.

Evet, yazı uzun oldu. Ama aslında yazacak o kadar konu var ki..

Elbette bu yazıyı yazarken amacım kendimi savunma zorunda hissettiğim için değildir.

Mensubu bulunduğum Ak Parti’nin doğrularını söylerken, yanlışlarına da işaret etmeyi şiar edindiğim içindir.

Çünkü içeriden” eleştiri çok daha makbuldür; çok daha makbul telakki edilmelidir.

Bugün Cumhurbaşkanımızın etrafında 2-3 kişi hariç, tam bir kuşatma var.

İkaz maksadıyla tenkit etmek ile yıkmak maksadıyla tenkit etmek arasında kürdan ile kütük arasındaki fark kadar büyük bir fark olduğunu söylemek bile yersiz.

Ak Parti ki, kendisine, dolayısıyla istinat ettiği temellere savaş açan medyaya rağmen” iktidara geldi.

Ama, 1-2 istisna hariç son birkaç yıldır Ak Parti’yi destekleyen medya yüzünden de sıkıntılar yaşıyor.

Çünkü hataları söylemiyorlar. Hatalar söylenmeyince her şey “güllük gülistanlık” gibi algılanıyor.

Mecliste, Kabinede, Teşkilatlarda, Bürokraside, yetişmiş elemanlar, etraftaki “bir avuç kişinin” yanlış yönlendirmesiyle pasifize ediliyor.

Birkaç iyi isim dışında kadro zafiyeti yaşanıyor.

Omurgasızlık, yalakalık, fikir kırıntılarını bile yazmaktan aciz, para için takla üstüne takla atan bir samimiyetsiz ve vasıfsız güruhla karşı karşıyayız.

Cumhurbaşkanımızın, bu tehlikenin mutlak surette farkına varmasını temenni ediyorum.

Bunu şahsım için söylediğim düşünenler olabilir. Tam tersine, şu yukarıdakileri yazan kişi “bir yerlere gelmek” için bunları yazmaz; hele şu konjonktürde hiç yazmaz.

Evet “bir büyük dava”, şahsiyetsiz şahısların elinde heba olup giderse yazık olur.

Neticede dost, ikaz edendir. Bu kişiler “beyindir, “kalp”tir.

İkaz etmeyen kişi ise, makama oturmak için dokuz takla atan; oturduğu makamdan rant devşirmek için dalkavukluk yapan onursuz bir kişidir.

Bu kişiler habis bir urdur.

Ameliyatla sökülüp atılması şarttır.

Bize habis bir ur değil, kavi bir beyin ve kalp lazımdır.

FİKRİ AKYÜZ

[email protected]

Twitter / fikriakyuz99




 




Diğer Yazıları