Bu kadar 'çaresiz' olunmaz
Binlerce insanın öleceğini bile bile savaş çıkması neden istenir?
Tamam, en önemli neden silah tüccarları da, insanlar savaşa nasıl razı edilir?
Çaresizlikten.
Bin türlü çare vardır da söylenen “başka çaremiz kalmadı” olur.
Elbette bu durum savaşın saldıran tarafı için geçerlidir.
Diğer tarafın çaresizliği de başka türlü, saldırı karşısında savunmak zorunda kalmak.
Çözümler tükendi, ölümler gelsin.
Bu girişi Rusya-ABD-Çin-Ukrayna bağlamında yazmadım, nedenim bambaşka.
İklim sert.
Hem mevsimde kara kış, hem siyasette gerilim.
O kadar ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi koronaya yakalandıklarını açıklayınca muhalefet liderlerinin “geçmiş olsun” mesajları bile iklime iyi geldi.
Diyalog iyi bir şeydir. İklimi yumuşatır. Sosyal medya üzerinden bile olsa “hastayım” diyene, “geçmiş olsun” diyalogcuğu medeniceydi.
Bununla birlikte.
Cumhurbaşkanının hastalığına “helva hazırlığıyla”, “geçmiş olmasın” dileğiyle cevap verenlerin durumu çok dikkatli analiz edilmelidir.
Bir insanın, başka bir insanın ölümünden medet umması acıklıdır.
Hissedilen kin ve nefretin dozu açısından acıklıdır.
“Biz” ve “onlar” uçurumunun derinliğinin söze dökülmesi açısından acıklıdır.
Başka birinin ölümünü arzu etmenin çok daha acıklı tarafı, kendi içerisinde bulunduğu durumun çaresizliğinin derinliğidir.
Düşünün, uzun sürmüş bir iktidarın değişmeyeceğine, ancak ölümün çözüm olacağına inanan insanlar, kendilerini o çaresizliğe iten muhalefetle ilgili sessizler.
Çaresizliğin doğurduğu öfkeyi birilerinin ölümünü isteyecek kadar insanlıktan çıkmaya neden olan şey ölmesini istediğiniz kişi midir, sizi o duruma mahkûm eden muhalefet anlayışı mıdır?
Doğru soruyu, doğru muhataplara sormazsak, ölümlerden medet umacak kadar da insanlıktan çıkmış oluruz.
Ülkemizde kazanımlar, hiçbir taraftan hiç kimsenin ölüleri üzerinden yürümeden elde edilmelidir.
HERKES DOLANDIRICI ARKADAŞ!
Etraf dolandırıcıdan geçilmiyor.
En son emekli öğretmen ve çetesi yaşlı bir karı kocanın bir milyon lirasını dolandırırken yakalandılar.
Hem de yaşlı çifte “Sarı saçlım mavi gözlüm” şifresini ezberleterek.
Ondan birkaç gün önce “Atadedeler çetesi” yakalandı.
İsimdeki yaratıcılığa bakın. Her çete bir isim altında markalaşınca onlar da bunu bulmuşlar.
Tam 300 kişi! Kimler yok ki çetede, emeklisi, çalışanı bürokratlar...
Telefon dolandırıcıları var, arayıp “hakkınızda şikâyet var paranızı çöp kutusuna bırakın” diyorlar. Bırakanlar arasında profesörler de var malumunuz.
Sosyal medya dolandırıcıdan geçilmiyor.
“Şu linkte hakkınızda fena şeyler var” diyorlar, tıkladığınızda hesabınız uçuyor, karşılığında para istiyorlar.
Mesaj kutularına “bana yardım edin” yazarak dolandıranlar var.
Zabıtaların sokaktan topladıkları dilencilerin trilyoner oldukları açığa çıkıyor.
Eskiden kim dolandırıcı belliydi. Sayılıydı. “Ondan uzak dur, dolandırıcının teki” derlerdi.
Şimdi kim dolandırıyor, kim dolandırılıyor belli değil.
Neden?
Basit. Postmodern çağ “aklın çöpü boyladığı çağ” değil mi? İşte o zaman, dolandırıcıya da gün doğuyor.
SİZ, SİZ OLUN
Hayatınızda bir şeyler yolunda gitmiyorsa, kendinizde bir şeyleri değiştirin;
Az konuşup çok dinleyin. Bunun için kendinizi eğitin.
Sakin olun. Telaşlı ve gerilimli olmak mevcut durumu daha iyi yapmaz.
Kasmayın. Kastıkça işler hep sarpa sarar.
Kısa konuşun. Karşınızdakini lafa boğmayın. Fazladan kurduğunuz her cümle karşınızdakini sizden soğutur.
Kendinizi zeki milleti aptal sanmaktan vazgeçin. Aptal olsaydı, karşılaşma olanağınız da olmazdı.
Nazik olun. Nezaket bedelsiz ama en güçlü değerdir.
Gülümseyin. Gülümsemek ruhsal yaraları kapatan en şahane merhemdir. Size gülümseyen birini nasıl unutmazsanız, sizin gülümsediğiniz de sizi unutmaz.
Mesajlarınızı kısa yazın. Uzun mesaj dikkatli okunmaz, dolayısıyla iletişim de kurulmaz.
Yapılanlar üzerine konuşarak zaman harcamayın. Kendi yaptıklarınıza odaklanın.
Kimseyi suçlamayın. Başınıza gelenlerde kendi yanlışlarınıza odaklanın.
Sevdiklerinizi kontrol etmeyi, kontrol altında tutmayı bırakın. Bu sadece sizi sevimsiz yapar.
“Ne yiyeceğim” yerine “ne hissedeceğim” diye sorun.
Üretin. Üretmiyorsanız, üreteni eleştirmeyin.
Sonuç olarak, kendinizi değiştirin, çünkü başkalarını değiştiremezsiniz.
SİZE DE ÖYLE GELMİYOR MU?
Bir, Ulaştırma Bakanı “Türkiye’nin internet hızı yüzde 65 arttı” dedi. Bizim eve bakıyorum, arkadaşlara soruyorum herkes internetin yavaşladığından şikâyet ediyor.
Benim hizmet sağlayıcım Türk Telekom. Değiştireyim diyorum, değiştirenler de yenilerden şikâyetçi.
Size de internet yavaşlamış gibi gelmiyor mu?
İki, 21.yüzyılda Isparta’da elektrikler günlerce kesilince hayat durdu. Yeni dünyanın kıyamet olasılıklarından birinin küresel elektrik kesintisi olduğunu düşünürsek elektriğe bu kadar bağımlı olmak en büyük tehlike gibi geliyor.
Size de öyle gelmiyor mu?
Üç, Türkiye’de taa kuruluşundan bu yana “dış güçler” sevimsizdir. İngiltere ve ABD toplumsal hafızamızda her zaman negatiftir.
Bu bilgi bilindiği halde, tam da balıkçıda yemek krizinin içerisinde İngiliz elçi varken hemen üzerine ABD Büyükelçisinin ziyaretinin olması kendi bindiği dalı kesmek gibi.
Size de Ekrem İmamoğlu ve ekibinin, iletişim yönetiminde kafaları karışmış gibi gelmiyor mu?
Dört, sen “saray” sözcüğünü eleştiride tepeye koyan bir muhalefet partisine mensupsan. Gizli gündeminde de İstanbul’a bir şey olmak varsa, nikâhını Çırağan’da yapamazsın.
Gürsel Tekin’den söz ediyorum.
Hoş, siyasette bir iddian varsa, iki kere boşanıp üç kere de evlenemezsin ama neyse.
Size de bu muhalefet mensupları siyaseti de seçmeni de yeterince ciddiye almıyorlar gibi gelmiyor mu?
MEZBAHA İŞLETMEYİ DÜŞÜNMELİLER
İstanbul Nişantaşı’nda bir kafe. İki kural koymuş:
Masa işgal süresi 30 dakika.
30 dakikada da en az 30 TL’lik tüketim.
Kafenin sahipleri belli ki, bu işi zoraki yapıyorlar. Neden derseniz;
Kafe işine keyif diye değil “işgal” sözcüklerini kullanabilecekleri savaş gibi bakıyorlar.
Oturma süresine bakarsanız, müşterilerin kafelere tıkınıp kalkmak için gittiklerini sanıyorlar, halbuki tıkınma bahane, maksat muhabbet.
En az harcama miktarına bakarsanız, kafenin bulunduğu civarın gelir düzeyiyle ilgili bir fikirleri de yok.
Bu arkadaşlar Nişantaşı’nda kafe işletmek yerine mezbahada çalışsalar kendilerine daha uygun iş yapmış olurlar.
“ŞEKERCİ CAFER EROL”UN AĞIZ TATLILIĞI
“Marka Yönetimi” derslerinde “marka vaadi”nin öneminin altını çizeriz. Markanın her noktada vaatlerine sadık kalması gerekir.
“Şekerci Cafer Erol” markasının vaatleri arasında her yılbaşı dükkânı özel süslemek ve müşteri memnuniyeti var.
Instagram’da yılbaşı süslemeli fotoğraflarını paylaşıp “oraya gitmek istediğimi” yazmıştım.
Mesaj kutuma iki mesaj düşüverdi. Biri Erol ailesinden Yonca Erol’dandı, “Sizi ağırlamaktan memnuniyet duyarız” diyordu. İkincisi işletmedendi, adresimi istiyorlardı.
Gönderdikleri paketi açınca kendimi bir masal diyarında sandım. Hansel ve Gretel’deki çocuklara döndüm.
Dokunmaya da yemeye de kıyılamayacak kadar güzel şekerler, lokumlar, akideler…
Ama üzerindeki not, kutudan bile güzeldi: “Sizle buluşuncaya kadar küçük bir ağız tatlılığı ile ziyaret motivasyonunuzu dinç tutmak istedik.”
Bayıldım bu ifadeye, “ağız tatlılığı.”
Ne kadar az kullanır olduk, bundan böyle iyi dileklerimin ilk sırasına “Ağzınız tatlı olsun”u koyacağım.
ANKARA’NIN KÜLTÜR SANAT ÇITASI HEP YÜKSEKTİR
Her zaman Ankara’nın, yaşamın her alanında çıtayı en yükseğe koyduğunu anlatırım. Medyamızda İstanbul baskın olduğu için Ankara’nın sesi duyulmaz.
Dev isimler sanata Ankara’da doyduktan sonra derler ki “İstanbul’a gidip biraz para kazanayım.”
Onlardan biri de Erdal Beşikçioğlu’dur, nam-ı diğer Behzat Ç.’miz. Hatırlarsanız o da “bir Ankara polisiyesi”ydi.
Beşikçioğlu, Hakan Gence’nin “Dizi oyuncularının tiyatro yapması tiyatroların işine yarıyor diyebilir miyiz?” sorusuna bir Ankara duruşuyla yanıt vermiş:
“Tiyatronun amacı o değil. Mesela Ankara’da seyirci yazarına göre oyuna gelir. Sonra yönetmenine bakar. Hikâyeyi seyreder. Hikâye içinde oyuncu iyiyse onları değerlendirir. İstanbul’da hikâye ve yazarlarla pek ilgilenilmiyor. Hoşça vakit geçirmek istiyor. Popüler kültür takipçisi var.”
Elbette Beşikçioğlu’nun sözleri tüm İstanbul için genellenemez ama genel olarak doğru mu? Doğru.
FUTBOLUMUZUN PAMELA ANDERSON SORUNU
Fenerbahçe Divan Kurulu’nda eski başkan adaylarından Hulusi Belgü çıkıp Başkan Ali Koç’a “Bu takıma Pamela Anderson’ın sevgilisini transfer ettiniz. O transferden beklentiniz neydi sizin?” dedi.
Sonra da devam etti “Tarihteki en kötü yönetimsiniz.”
Koç’un cevabı “Pamela ne alâka?” oldu. “Alâka”yı ben açıklayayım.
Pamela Anderson, 1990’ların popüler dizisi “Sahil Güvenlik”in seksi mi seksi oyuncusuydu.
Cömert dekolteleriyle yeni ergen erkek çocukların rüyalarını süslerdi. Bir tür Playboy karakteri gibi.
Neredeyse cinsellikle ilgili her şeyin sembolüydü.
Futbolcuların sevgilileri üzerinden anılmaları, futbolumuzun sefaletine güzel örnek oldu.
AKLIMDA KALAN
“Arkadaş bile değiliz” ifadesi: Magazin figürlerimizden biri sevgilisinden ayrılmış. Açıklaması da “Biz arkadaşız” olmuş. Eskiyen sevgili magazincilere cevabı yapıştırmış: “Arkadaş bile değiliz.” Beni bu cevapta çarpan “bile” edatı oldu. Çünkü edatlar üzerinde hiç durmasak da cümlenin gerçek anlamını ortaya koyarlar. “Arkadaş bile değiliz”den “bile”yi çıkarın, “arkadaş değiliz” kalır. Ve esas cümlenin içerisindeki birçok hikâyeden yoksun, cılız bir ifade kalır. Edatlara dikkat.