Büyükada'daki gizemli köşkün hikayesi...

Prof. Dr. Metin Hülagü

Prof. Dr. Metin Hülagü

Arap İzzet Paşa’dan Leon Troçki’ye...

Bir köşkün biyografisi

İstanbul’un tarihi güzelliklerinden birisi de bünyesinde önceki asırlardan günümüze intikal etmiş olan yalıları, köşkleri ve konaklarıdır.

Bir zamanlar Boğazın iki yakasında, Kâğıthane, Kadıköy, Çamlıca, Adalar ve daha pek çok yerde bugünkülerden çok daha güzel, sanat ve zarafet örneği köşkler ve kâşaneler vardı. Ancak İstanbul’un meşhur olan bir başka tarihi unsuru daha mevcuttu. Yangınlar. Günlerce süren ve her şeyi yakıp yok eden yangınlar. Yangınlardan insanlar kadar köşkler de az çekmemişti.

Söz konusu yangınlardan tabii ki Büyükada’daki Arap İzzet Paşa Köşkü de nasibini almıştı.

Büyükada’da yer alan ve denize sahili olan bu müstesna köşk fiziki konumu ve sanatsal değeri kadar malikleri ve içerisinde oturanları bakımında da hep dikkat çekici oldu. Köşk, tarihin ileri gelen şahsiyetlerinden Şehzade Sultan Mehmet, Banker Konstantinos İliaskos, gölge padişah Arap İzzet Paşa ve sürgünde bir devrimci Leon Troçki ile hemhal oldu.

Öncelikle Arap İzzet Paşa Köşkü’nün üzerine yapıldığı arsa bir vakıf malıydı. Bu durum Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bilgisi dâhilinde midir bilemeyiz ama arşiv belgelerinde “Adadaki köşkün zemini Şehzade Sultan Mehmet Han Hazretleri vakfına mukataalı tahsisat kabilinden vakfedilmiş araziden olması dolayısıyla bu arazinin kadim mukataası ait olduğu vakfa verilmek ve daha sonra tesis olunacak vakfa ilhak olunmak üzere…” denilmektedir.

Bu ifadeden anlaşılan o ki Arap İzzet Paşa Köşkü’nün arazisi bir vakıf malıdır; mukataalarının ait olduğu vakfa verilmesi gerekmektedir ve ayrıca arazinin ait bulunduğu vakfa ilhak olunması icap etmektedir.

Şehzade Sultan Mehmet Han Hazretleri Kanuni Sultan Süleyman’ın çok sevdiği şehzadelerinden biriydi. Hürrem Sultan’dan 1521’de dünyaya gelmişti.

Şehzâde Mehmet, babasıyla önce 1537’de Korfu ve 1541’de Budin seferlrrine katıldı. Bu başarılı seferlerin ardından 1542’de Manisa Sancağı’nda sancağa çıktı, sancak beyi oldu. Ancak Şehzâde Mehmet Manisa’da fazla yaşayamadı. Bir yıl kadar sonra (1543) hastalandı ve kısa bir süre sonra da vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek defnedildi.

Evlat acısı ile ciğeri yanan ve ıstırabını gözyaşları ile atmaya çalışan Kanuni Sultan Süleyman genç yaşta ölen bu çok sevdiği, kibar, alımlı, sevgi ve şefkat dolu ve aynı zamanda cömert oğlu Şehzâde Mehmet adına sadakalar dağıttırdı. İstanbul’daki imarethanelerde fakirlere yemekler ikram ettirdi. Ama sadece bunları yapmakla yetinmedi. Bu çok sevdiği oğlunun ruhu için ayrıca bir türbe, bir câmi, bir imarethane ve bir de medrese yapımı için İmparatorluğu’nun en parlak devrinin en büyük mimarı Mimar Sinan’a emirler verdi. Oğlunun adını bu dünyada baki kılmak istedi. Her daim hayır dua ile yâd olunsun diledi.

Mimar Sinan yıllar sonra sanat ve maharetinin değerlendirmesini yaparken; “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Edirne’de Selimiye ise ustalık eserimdir” dediği Şehzade Camii ve Külliyesi’ni 1544-1548 tarihleri arasında dört yılda tamamladı.  

Kanuni Sultan Süleyman ile oğlu Şehzade Mehmet ilişkisi Süleymaniye-Şehzadebaşı Camii bağlamında aşağıdaki alıntıda ne de güzel ifade edilmiştir:

“Süleymaniye ve Şehzadebaşı arasında bir sevgi hikâyesi vardır. Süleymaniye babanın, Şehzadebaşı ise oğulundur. Baba, anne gibi değildir; sevdiğini uzaktan seyreder; kollarıyla değil, gözleriyle sarar; yanağından değil, gözlerinden öper; yüzüne bakmaz, yanında yürütür; sakınarak korumaz, bırakarak korur; yüzüne gülmez, başını çevirerek güler; arkasından feryat etmez, içli içli, gizli gizli ağlar. Ve Süleymaniye her gece Şehzadebaşı’na ağlayan ver her sabah gülümseyerek uyandıran bir baba gibidir…”

Kanuni, “Şehzâdeler güzîdesi Sultan Mehemmedüm” diye ölüm tarihi düştüğü oğlu Mehmet adına Şehzâde Mehmet Vakfı adıyla bir de bir vakıf kurup vakfiyesini hazırlattı.

Oluşturulan Şehzâde Mehmet Vakfı için 1 kasaba, 121 köy, 3 mezra, 11 çiftlik, 3 değirmen, 2 bostan, 2 çayır, 1 bahçe, büyük bir arazi ve pirinç ekiminin yapılabileceği bir alan vakfedildi.

İstanbul sınırları dâhilinde ise 2 hamam, 1 aşhane, 13 dükkân, 1 mahzen, 2 ev ve 2 çeşme vakfa bağışlandı.

İşte yukarıda sözünü edilen ve köşkün üzerine yapıldığı 9762(?) metrekare genişliğindeki arazi genç yaşta yakalanıp kurtulamadığı hastalık vesilesi ile vefat eden Şehzade Mehmet Vakfı’na tahsisli bir araziydi.

Her ne halde ve her ne surette olmuşsa olmuş vakıf malı olan Büyükada’daki söz konusu 9762 metrekare genişliğindeki arazi üzerine yıllar sonra bir köşk inşa edilmişti.

Kayıtlara ve tarihe İlyasko Yalı Köşkü diye geçen bu köşk Büyükada’da Çankaya Caddesi üzerine 9762 metrekarelik bir alanda bodrum ile birlikte 3 katlı, çatı arası ve geniş bahçesi olan yarı ahşap olarak yapılmıştı.

Köşk yapıldığı günden bugüne dillerden hemen hemen hiç düşmedi. Bazen unutuldu, ama bir şekilde hatırlandı ve kamunun gündemini zaman zaman meşgul etti.

Köşkün ilk sahibi Galata Yüksek Kaldırım’da Atina Bankası’nın müdürlüğünü yapan 1880-1913 yılları arasında yaşamış olan Konstantinos İliaskos adlı biriydi.

Büyükada’da 1884’te bu köşkü yaptıran İliaskos aynı zamanda Heybeliada’da Rum nüfus için bir de İlkokul yaptırmıştı.

İlyasko Yalı Köşkü 1900’ün başlarında el değiştirdi. Sultan Abdülhamid’in İkinci Kâtibi ve şifahi iradelerinin tebliği ile görevli, Şamlı olması nedeniyle Arap İzzet diye anılan İzzet Paşanın mülkiyetine geçti. Bu suretle köşkün adı da değişti, Arap İzzet Paşa Köşkü diye anılır olmaya başladı.

Arap İzzet Paşa ailesi ile birlikte bu köşkte kaldı. Ancak o ne adanın ne de sahildeki bu muhteşem köşkün fazla tadını çıkarabildi. 1908 Devrimi olunca ailesini köşkten alarak can havli ile Avrupa’ya firar etmek zorunda kaldı.  

1908 İttihatçı Devrimi üzerine İzzet Paşa Avrupa’ya kaçtı ama İttihatçılar tarafından takipten vazgeçilmeyip siyaseten linç edildi. Bütün mallarına el konuldu. Onun hayatta olmasına tahammül edemeyen anacak Paşayı ele de geçiremeyen İttihatçılar ancak onu gıyaben idama mahkûm ederek kendilerini teselli ettiler.

Arap İzzet Paşanın el konulan mülkü arasında Büyükada’da olup sözünü ettiğimiz yalı köşkü de vardı.

Zaman geçip şartlar değişince İzzet Paşanın malına ve canına konan müsadere de kaldırıldı. Nihayet köşk 1928 yılında varislerinden oğlu Abdurrahman El-Abid’e intikal etti. Fakat köşkün tarihsel macerası devam etti.

950 metrekare kullanım alanlı ve üç katlı olan, 18 odası, 5 salonu, 4 banyosu, balkonu ve bahçesi bulunan bu ahşap köşk 1929 Nisanından itibaren 1929-1933 yılları arasında Sovyet lideri Stalin ile görüş ayrılığına düştüğü için sürgün edilen Sovyet devrimcisi Leon Troçki’nin ikametgâhı oldu. Troçki bu köşkte yaşadı, adada balık tuttu, kitaplarını yazdı. O günden itibaren köşkün adı da Troçki Köşkü olarak zihinlere kazındı.

Ancak Leon Troçki’nin bu tarihi köşkteki ikameti köşkün bir gaz kaçağı neticesi 1931’de sabaha karşı yanması üzerine sona erdi.

Arap İzzet Paşadan mühendis olan oğlu Abdurrahman El-Abid’e, ondan da çocuklarına intikal etmiş olan köşk 1976 yılında satış yolu ile yeni sahibinin mülkiyetine geçti.

Birinci derecede tarihi eser özelliğine sahip olan köşk 1980’de yıktırılarak kâgir olarak yeniden inşa ettirildi. Ancak köşkün çehresi ile birlikte zemininde de bir usulsüzlük yaşandı... İnşaatla birlikte köşk kat mülkiyetine çevrildi…

Köşkün ilk sahibi Konstantinos İliaskos’un akıbetinin ne olduğunu bilemiyoruz. Ancak sonraki sahiplerinden İzzet Paşanın canını ancak kaçmak suretiyle kurtarabildiğine vakıfız. İttihatçılar şayet Paşayı yakalasalardı Kaşıkçı cinayetinin herhalde ilk örneği daha o vakit ve hatta daha kötü bir surette icra olunacaktı.

Köşkün sahibi değilse de yüksek misafiri olan Leon Troçki’nin köşkteki akıbeti de vahim bir surette nihayete erdi.

Troçki 1931 yılında köşkte çıkan yangından canını zoraki kurtardı. Buna da vakıfız. Ancak Troçki köşkteki yangından ve dumanlarını soluyarak zehirlenip ölmekten şans eseri kurtulduysa da sonraki bir zamanda küçük ama öldürücü bir kar kazması darbesiyle hayata veda etmekten kurtulamadı.

Nihayet köşk 1931’de bir gece yarısı yandı. Köşkün kendisi de kötü kaderinden kurtulamadı.

Yakın siyasi tarihimize tanıklık etmiş olan bu köşkün sahipleri ve sakinlerinin her birinin hayatı hep maceralı ve hüzünlü geçti.   

Bütün bunlar kim bilir belki köşkün arazinin bir vakıf malı olmasından yahut vakfiyesindeki bedduadan yahut Kanuni’nin yahut da Sultan Mehmet’in ahına uğranılmasından kaynaklandı.

Hatırlamak gerekir ki vakıf malı haramdır… Ve hemen her vakfiyenin duası gibi bedduası da vardır.  




Diğer Yazıları