Buyurun Sultan Vahdeddin’i yargılayalım
Ankara Meclisi’nin geçen asırda Sultan Vahdeddin’i yargılamak için karar aldığı malumdur.
Bu maksatla Ankara Hükümeti 1922 yılı sonlarında Sultan Vahdeddin’i yargılamak istemiş ve resmen işe koyulmuştu.
Ankara Meclisi’nin bu yöndeki adımı, 1922 yılı sonlarına doğru yabancı basında çıkan birçok haberde:
Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve kabinesini yargılamaya karar verdiği, Mustafa Kemal’in müttefiklerden Sultan’ın kendilerine teslim edilmesi talebinde bulunmasının an meselesi olduğu
şeklinde ifade edilmişti...
Hain denen bir Sultan’ın yargılanması için Ankara tarafından ilk adımlar daha o vakitler de söz konusuydu.
Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve nazırlarının yargılanması gerektiğine dair ileri sürdüğü gerekçe ise oldukça şaşırtıcı ve bir o kadar da basitti:
Sultan Vahdeddin ve kabinesi, büyük bir hata etmişler, müttefiklerin Lozan Konferansı’na katılım davetini kabul etmek suretiyle Ankara Hükümeti’ne karşı suç işlemişlerdi.
O tarihlerde Ankara Hükümeti’nce Vahdeddin’i kendilerine teslim etmesi için Büyük Britanya'ya resmi surette müracaat edileceği, padişahın davranışlarını kontrol yetkisinin sadece Ankara’daki Büyük Millet Meclisi'nin tasarrufunda olduğu ve hükümetin emri gereği yargılanması gerektiği İstanbul’da bol bol konuşulmuş, fakat Londra’ya resmi talep yazısının ulaşıp ulaşmadığı hep muamma olmuştu.
Sultan Vahdeddin’e 1922’deki bu suçlamadan sonra 1925 yılında da yine Ankara tarafından yeni bir saldırı başlatılmıştı. Vahdeddin ise bu tarihlerde İtalya’nın San Remo’sunda her şeyini kaybetmiş bir vaziyette hayata tutunmakla meşguldü.
Ancak Vahdeddin’e atfedilen bu defaki suç oldukça iddialı ve bir o kadar da ağırdı.
Hayır, hayır düşündüğünüz gibi değil. İddia edilen suçlama konusu onun ne geçmişte Mustafa Kemal’i idamla yargılamak istemesi ne İstanbul’dan ayrılması yahut ayrılırken Topkapı Sarayı’ndan alıp götürdüğü mücevherlerin hikayesiydi ne de İngilizlerle iş birliği yaptığı iddia ve ithamıydı.
Vahdeddin’in 1925’te ikinci defa suçlandığı ve yargılanmasının gerekli görüldüğü konu bütünüyle farklı bir şeydi.
İddiaya göre Vahdeddin San Remo’da ikamet ettiği villada en yakın adamlarından birini öldürmüştü.
Evet, iddia o ki Vahdeddin doktoru Reşat Paşa'yı katletmişti.
Bu tarihte Sultan’ın adı ayrıca Şeyh Sait isyanına da karıştırılmıştı. Taraftarlarının İngiltere adına bu isyana destek verdikleri belirtilmişti. Sultan ve hempalarının amaçları hilafeti yeniden ihya etmek olarak açıklanmıştı.
İstiklal Mahkemesi başkanı meşhur Kel Ali (Çetinkaya) dönemin etkili gazetesi olan Akşam’a iddialar ile alakalı açıklamada bulunmuş ve İstiklal Mahkemesi’nin İtalya’nın San Remo şehrinde yaşayan Sultan Vahdeddin’i yargılamak istediğini ifade etmişti. Yargılanması düşünülen sadece Sultan Vahdeddin değildi. Vahdeddin’e ilaveten, Abdülmecid’in hilafetinin Meclis’te oylandığı sırada kendisi adına birkaç oy verilmiş olan, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi ve önde gelen daha başka isimlerdi.
Peki, Ankara Hükümeti, vazifesinde oldukça marifetli Kel Ali vasıtasıyla Sultan Vahdeddin’i İstiklal Mahkemesi karşısına çıkarabilir miydi?
Öyle bir durum söz konusu olsaydı tarih kim bilir ne muhteşem sırlara ve ne çirkef hadiselerinin ifşasına şahit olurdu.
Ankara Meclisi ve Hükümeti’nin yarım bıraktığı işi gelin tamamlayalım. Vahdeddin’i 100 yıl sonra da olsa İstanbul’dan ayrılışının 100. yılında, işlediği suçlar konusunda daha gerçekçi davranarak, mahkemeye, hâkim huzuruna çıkaralım. Hem de en ağır ceza talebiyle yargılayalım. Şu Vahdeddin meselesi bitsin artık!
Ancak kendisine, mademki insan hakları var, mademki medeni bir dünyada yaşıyoruz, savunma hakkı tanıyalım. 100 yıldır yayınlanmayan hatıratı ve daha başka beyanları varsa onları yayınlayalım, okuyalım ve nihayet gerekiyorsa kendisine idam hükmünü hiç acımadan verelim. Kıralım gitsin kalemi! Şayet 100 yıl sonda dahi kendisi ile yüzleşip yargılayamada bulunamayacak o takdirde siyasi emellerimize alet etmeyelim, arkasından lanetlemeyelim, hakaret ve bühtanda bulunmayalım. Medeni olana yakışanı bu değil mi!
Ben onun 1923 Nisan’ında Mekke’de yayınlamış olduğu Beyannamesini aşağıda yayınlayarak yargılanması için kapı aralıyorum. İlk taş benden!
Vahdeddin aşağıdaki beyannamesinde Ankara Hükümeti’nin hilafet konusundaki kararını eleştirerek reddetmiş ve kendisinin hala halife olduğunu bir kez daha dile getirerek Birinci Dünya Savaşı, Sevr Antlaşması, Mondros Mütarekesi, hilafetin saltanattan ayrılması ve Hilafet meselesi konuları yanında bir kısım Milli Mücadele liderleri hakkındaki düşüncelerini ve iktidarda iken izlemiş olduğu siyasetin esaslarını söz konusu etmiştir.
Onun bu beyannamesi, bir asır öncesinde olduğu gibi bugünün Türkiye’sinde kendisini hala hainlikle itham edenlere kısıtlı suretteki cevabı olup şöyledir:
FO: 686/123
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla.
Harb-i umumi patlak verdiği zaman ülkemin bu savaşın kahredici çarpışmaları içerisine girmesini istememekteydim. Harp devam ettiği sıralarda, onun sebep olduğu zararları ve muhtelif etkilerini ve kötü neticelerini, kuvvetim nispetinde, asgari seviyeye indirmeye çalışmaktan geri kalmadım.
Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin ve Ehl-i Hal ve’l-Akd’in[1] bana vermiş olduğu haklara istinaden Hilafet ve Saltanat makamına geçtim. Bu görevin bana tevcih edildiği zamana dikkatle bakıldığında içinde bulunduğum güçlüğün ehemmiyeti ve büyüklüğü açıkça görülecektir.
Hürriyetin ilanı ve bu hürriyetin prensiplerini uygulama maskesi altında 1324 (1908) yılından beri idareyi ellerinde bulunduran İttihat ve Terakki gurubunun hükümeti kontrol altında tuttuğu ve askerî kuvvetlerimizin tek tek yenilgiye uğradığı bir sırada bu korkunç harpte başarılı olmayı bekleyemezdik. Bu gurup içerisinde yer alan bazı söz sahibi düşüncesiz kimseler harbi şahsî menfaatleri için bir vesile olarak gördüler, gasp, soygun ve ihtikârda bulundular; sebebi bilinmeyen birçok ateşlere neden oldular.
Zikrettiğimiz şekilde taşıdığı felaketlerle birlikte başkentten son Osmanlı sınırlarına kadar ülkenin her tarafında harbin tüm noktalardaki devâmiyeti, milletin hayatını mahvetmekte ve aslî maddelerini müthiş bir surette yok etmekteydi. Bu faciadan kurtulmanın sulh yapmaktan başka bir çaresi bulunmadığından, bu gaye için gerekli olan her türlü tedbir ve vesileye başvurdum. Bu doğrultuda ilerlemekte hiçbir tereddüt ve ihmale fırsat vermedim. Fakat bu sırada kendilerine tanınmış olan hak ve salahiyet sınırlarını tecavüz etmeye alışmış olan hükümet ricali, harbin devam etmesine yardımcı oldular, etrafımda oluşturdukları her türlü hayra engel bir ihanet şebekesi ile sulhun gerçekleşmesine itiraz ve muhalefet ettiler. Böylece hükümet ve mezkûr şebeke sulh yolundaki bu gayreti neticesiz kılarak bu konuda müzakerede bulunmaya imkân tanımadılar; sulhun, savaşın mesuliyetini azaltma avantajından bizi mahrum bıraktılar, mazlum ve aziz milletin sebepsiz ve gereksiz yere kanını döktüler.
FO: 686/123
Harp, şartların yapılmasını gerekli kıldığı meş’um Mondoros Mütarekesi’ne kadar kan dökmeye ve tahribatta bulunmaya devam etti. Mütareke akdi için tayin olunan murahhaslar Ankara’da şimdi reis-i vükelâ olan Rauf Bey’in riyaseti ve Ankara Meclisi’nin şu an başkanı ve o sırada Osmanlı Devleti’nde ordunun büyük bir kısmının kumandanı olan Mustafa Kemal’in muvafakati altında bulunmaktaydılar. Herkes bu durumu hatırlar.
Bu antlaşmanın maddelerinden biri İtilaf devletlerine emniyet ve huzuru temin etmek için istedikleri yeri işgal etme hakkını tanımaktaydı. İçinde bulunulan şartların ve mağlûbiyetin imzalamayı gerekli kıldığı bu antlaşma, içerisindeki bir madde ile Adana, Musul, Antakya, İstanbul ve İzmir’in tekrar işgal edilmesi gibi en son meydana gelen felaketlerin kaynağı ve menşei oldu.
İzmir’in işgal edilmesinden doğan mesuliyet, beni itham edenlerin omuzlarındadır. En son meydana gelen felâketlerin ve işgallerin sorumluluğu, mezkûr Mondoros Antlaşması’nı beraberce imzalayan Rauf ve Fethi Bey ile askerî kuvvetleri elinde tuttuğu halde bu antlaşmanın imzalanmasına itiraz etmeyen Mustafa Kemal’e aittir. Şimdi bunların hepsi bu vatansever milletin liderleri durumundadırlar. Dolayısıyla durumdan ben mesul değilim, çünkü Kanun-i Esasi saltanat makamını mesuliyetten müstesna kılmıştır. Sultan, sorumlu hükümetin kararlarını ve tasarruflarını tasdike mecburdur.
Meşrutî esaslar beni mazur gösterirse de, daha sonraları hiç bir hicap duymadan muhaliflerin önünde duran Rauf Bey’i mazur göstermez. Dolayısıyla Rauf Bey, felâket ve talihsizliğe neden olan mütareke antlaşmasını imzalayanlardan biridir. Yine o, askerleri ile geri gelen ve Toros dağları eteklerinde ordunun büyük bir bölümünün işe yaramaz hale gelmesine sebep olan Mustafa Kemal’i de mazur göstermez. Bu durumdan sonradır ki, mütarekede bulunmak devlet için zarurî hale gelmişti.
Osmanlı tahtına geçmemden sonra meydana gelen ilk önemli siyasî olay, mezkûr antlaşmanın akd olunmasıydı. Bu benim, mezkûr antlaşma yapılıncaya kadar, vuku bulan olaylar karşısındaki tutumumdu. Bu hâdiseden sonraki tutumum, bir taraftan kaçınılmaz gelişmelerden uzak durmak, diğer taraftan da ülke dâhilinde makul ve mutedil icraatlarda bulunmak, hariçte ise siyasî teşebbüslere ve aleyhimizdeki umumî kızgınlığın zevali için uygun bir zamanı beklemeğe devam etmek oldu. İzmir’in işgali karşısında takip ettiğim siyaset ve hedef de tamamıyla bunun aynısıydı.
İzmir’in üç büyük devletin kararı ile Yunanlılar tarafından işgal edilmesi tarafımıza derhal bildirildi. Meselenin milletlerarası olduğunu öğrendik. Konunun milletlerarası mesele olmaktan, Yunan meselesi haline çevrilmesi ancak Yunan siyasî durumunun değişmesinden ve mezkûr devletlerarasında beklenmedik bir parçalanmanın husule gelmesinden sonra mümkün oldu. Bu mesele büyük devletlerin ittifakı ile karara bağlandı ve tarafımıza mukavemet edemeyeceğimiz bir şekilde bildirildi. Siyasî teşebbüslere başlamak ve aleyhimizdeki genel hoşnutsuzluk bertaraf oluncaya kadar beklemekle iktifa ettik.
İzmir’in muvakkaten işgal edilmesi bizim mezkûr hatt-ı harekâtımızı teyit eder durumdaydı. Meselenin Yunan problemi haline geldiğinde ben yine, harpte mağlup olmamamız şartı ile mukavemet şeklini ittihaz etmiş durumdaydım. Bu nedenle vatan kuvvetleriyle mütemayil kimseleri getirterek, kendilerini idarî makama oturttum. Bu sırada[2] [......].[3]
Sevr Muahedesi, Yunanistan’da siyasî ahval değişikliğinden önce, İzmir olayı gibi, yine devletlerin teklifi olmuştu. Devletler bu antlaşmayı bize tehdit ve tazyik sureti ile bildirmiş, tek bir maddesini bile değiştirmemize müsaade etmemiş, bilakis yirmi dört saat içerisinde kabul veya reddinin taraflarına bildirilmesini istemişlerdi. Mamafih bu antlaşmayı hiçbir surette tasdik etmedim. Bu muahedeyi kabul ve iktisabımın ancak Mebuslar Meclisi’nin kabul ve tasdiki ile mümkün olacağını biliyordum. Hak ve adalet üzerine kurulmayan bu muahede uzun sürmeyecekti. Hükümet vasıtası ile muahedenin kabulüne muvafakat gösterdim. Haklarımızı elde etmek için müsait vaktin ortaya çıkmasını beklemeye koyuldum.
FO: 686/123
Hususi siyaset yolu ile telakki ettiğim Mondoros Mütarekesi için, İzmir hadisesi ve Sevr Muahedesi dışında meşrutî usulü takip ettim. Bunun için muhtelif ve muhalif vezaretlerin fikirlerini göz önünde bulundurdum.
Benim, birinin Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği, diğerinin ise ülkeye karşı isyanda bulunduğu sırada kendisini tedip ve tenkilde bulunmak üzere askerî kuvvet sevk etme gerekliliği gösterdiği, bu iki nazırla hemfikir olmamın tek sebebi, saltanat ile sorumlu vezaret ve bazı diğer zarurî sebepler arasında mütekabil münasebetleri gerekli kılan meşrutî ihtiyaçlardan uzak değildi. Buna ilaveten vezaret değişikliği ve diğer meselelerdeki hatt-ı harekâtıma, şahsî fikir ve duygularım değil, genel kanaat ve mukavemet olunması mümkün olmayan amiller müessir olmuştu. Bunun bariz delili ise Tevfik Paşa’nın vezaretidir. Zira nefsime ve makamıma karşı suiniyet besleyen Kemalistlere yardım ettiğini ve başkentte nüfuz kazanmalarına imkân sağladığını bildiğim halde bu vezaret aleyhinde kamuoyunda herhangi bir kanaat oluşmadığından iki yıldan fazla bir süre Tevfik Paşa’yı makamında tuttum. Ankara ile İstanbul arasındaki ihtilâfı giderebilmek için derhal lüzumlu vesileleri ittihaz edinmeye koyuldum. Fakat hilâfeti saltanattan tefrik etmek ve başkenti Anadolu’ya taşımakla ilgili fikirlerine muvafakat edemezdim. Hilâfeti saltanattan tefrik etmek, ulemanın da malumu olduğu üzere, Şeriat-i Garrâ’ya mugayirdir. Ayrıca benim Hazret-i Peygamber’in müvekkili oluş haklarımdan vazgeçmem gerekmekteydi. Bunu ise asla kabul edemezdim. Zira bu konu benim salahiyetim dışındadır.
Diğer bir konu olan İstanbul’un Bolşeviklere teslim edilmesine gelince, yine buna da rıza gösteremem, zira bu durum hilafeti siyasî ve tarihî istinadından, yani İstanbul’dan mahrum kılar.
Bazı kimseler beni vatana hıyanet ile itham ederler. Onların bu ithamı benim onların saçmalıklarına muvafakat etmeyişimden kaynaklanmaktadır. Akıllı ve münevver kimseler fiilen, irsen ve istihkâken hilafet ve saltanat makamında bulunan (ki bu dünyadaki en büyük ve en ehemmiyetli makamdır) bir sultanın vatana hıyanet etme emel ve hırsına kapılmasını nasıl izah edebilirler. Bu makamın ve özellikle hilafetin şeref ve haysiyetini muhafaza etmek için tahtımı muvakkaten terk ettim, refah ve rahatımı bir kenara attım. Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta “güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir” ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.
Vatanımızda meydana gelen ve son Ankara Meclisi’nin almış olduğu vatanın müdafaası hususunda hiçbir hüsn-i niyet taşımayan kararlarından neşet eden benimle muarızlarım arasındaki ihtilafın sebebini özetlemek üzere diyorum ki: Türk devletinin ismi ceddim Osman Gazi’den I. Selim’e kadar Osmanlı saltanatı idi. Hilafet’in alınmasıyla ise “Muhammedî Saltanat” şeklini aldı. Beni haksız yere vatana ihanet ile suçlayanlar, hilafeti, hukukundan ve nüfuzundan tecrit ederek ona zarar verdiler, Muhammedî saltanatı yıktılar. Bu davranışlarıyla yalnızca vatanlarına değil, fakat aynı zamanda tüm İslam âlemine de ihanet ettiler.
FO: 686/123
Devleti tehlikeden korumak üzere, özellikle Umumi Harb’e katılmakla tatmış olduğumuz acılardan sonra dış siyasette itidal ve ihtiyat üzere hareket etmeğe başladım. Bundan dolayıdır ki muarızlarım dış siyasetimin korkak bir siyaset olduğunu söylemekteydiler. Oysaki ben uygun bir ortam yakalayabilmek için nefsimi feda etmeye karar vermiştim. Hatt-ı harekâtım hususunda ise, eğer muarızlarım başarılı olurlarsa bundan zarar gören tek bir kişi olur, fakat buna mukabil devlet kazanmış olur. Değişen şartlar içerisinde mesele tersine neticelendi ve muarızlar vatanın İslâmî saltanatına son verdiler. Eğer bir yerde hata ettiysem o da din ve vatanı mahveden fiil ve hareketler karşısında sessiz kalan (tazyik altında tutulan bazı mümtaz şahsiyetler müstesna diğer) tüm vekiller, kendilerine inandığım akl-ı selim kimseler ile ulema ve devlet memurları hakkında kötü bir zanna sahip olmayışımdır. Bu sessizliğe ilâveten onlardan bazıları hasis menfaatleri mukabilinde mezkûr kişilere gizli ve alenî olarak yardımda bulundular. Bundan dolayı, vatanî ve vicdanî vecibelerini yerine getirmekte kötü davranan, ülkenin hayat ve memâtının başkalarından ziyade kendilerine bağlı olduğu ümmetin münevverleri hakkında hüsn-i zannımdaki israfıma ait hatayı itiraf ediyorum.
Sözlerimi hilâfet konusuna temas ederek tamamlıyorum. Hilâfet meselesinin halli, ister askeriyeden ve isterse başka bir sınıftan olsun, din, ırk ve vatanlarının ne olduğu meşkûk olan karışık kimselerin meydana getirdiği küçük bir gurubun salahiyeti dışında bulunmaktadır. Yine bu konu, mağlup olan, olayların iç yüzünden haberdar bulunmayan ve boyunları kılınç altında bulunan beş altı milyon Türk’ün de salahiyeti dışındadır. Bu büyük mesele üç yüz milyonluk İslam âlemini yakından ilgilendirmektedir. Bundan dolayıdır ki, hilâfet meselesinde Ankara ve İstanbul’un almış olduğu kararı kabul etmiyorum. Aleyhimde yapılan ithamları da sahiplerine havale ediyorum. Aziz vatanıma avdet edinceye kadarki zamanımı, uzun zamandır misk kokulu toprağının iştiyakı içerisinde bulunduğum Haremeyni’ş-Şerifeyn’de geçireceğim. Şu an, hak ve hakikate hiçbir şeyin baskın çıkamayacağına olan kavi bir iman ile vatanının, din ve ırkları arasında hiçbir ayırım gözetmeden, milletinin saadetinden başka bir şey arzu etmeyen mutmain bir kalp ile Beytullah’ın civarında ikamet etmekteyim. Adalet ve itidalin onlar üzerine kol kanat germesini dilerim. Allah’ın bu güzel beldesine hicret etmem ve hilafetin saltanattan tecridine karşı olan mücadelem ve sebatım bu dünyada saadetim, ahirette ise mutluluk kaynağımdır.
Mübarek Arap beldesinin Hâşimî Krallığına, beni ve benimle birlikte vatanından edilmiş kimseleri nezaketle karşılayan onun asil ahalisine teşekkür ederim. Müşârunileyh Kral hazretlerinin şan ve şerefinin yüceliğinin ve ahalisinin mutluluğunun, Kral’ın gölgesi altında tarih boyunca devam etmesini temenni ederim.
Bu benim İstanbul’dan ayrılışımdan sonra yaptığım ilk beyanattır. Selâm hidayete tâbi olanlara olsun.
Mehmed Vahideddin
İbn Sultan Abdülmecid Han [4]
[1] Ehlü'l Hal ve'l-Akd: İslâm Amme Hukuku’na ait bir terim olup, devlet başkanını seçme ve gerektiğinde görevinden azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclise verilen addır.
[2] Mustafa Kemal hakkındaki bu ifadeler tahtını bırakıp vatanından ayrılmak zorunda kalan bir sultanın değerlendirmeleri olarak düşünülmelidir.
[3] İfade edilmesi yürürlükteki kanunlar açısından sakıncalı bulunduğu için bu kısımdaki kelime ve cümlelerde kısaltma yoluna gidilmiştir.
[4] Bu beyannamenin Arapça metni ve İngilizce tercümesi için bak: FO: 686/123. Beyanname için ayrıca bak: Morning Post, 17 Nisan 1923.