Çağdaş Ayanlar
Ayan, eşraf ile eş anlamlıdır. Tarihî belgelerde, derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmiştir.
Kadim zamanlardan beri var olan ayanların Osmanlı toplum ve idaresinde kendilerine yer bulmaları ise Anadolu Selçuklu Devleti’nden intikali suretiyledir.
Kurumsal yapıları ve seçkin suretteki hususiyetleri bakımından avam tabakasıyla tam bir zıddiyet içinde olan ayanlar Osmanlı tarihinde merkezi otoritenin mutlak suretteki iktidarını siyasi, iktisadi, idari ve askeri açılardan, olumlu olduğu kadar olumsuz surette de gölgelemiştir.
Osmanlı Devleti’nde klasik dönemlerde kurumlar görevlerini gereği üzere icra ettiklerinden ayanın toplum içindeki nüfuzu sınırlı surette kalmışken on altıncı asrın ikinci yarısından itibaren memleketin idaresi ve nizamında yaşanan bir kısım sıkıntılar neticesinde ayanlık da önem kazanmaya başladı. İktisadî yönden giderek gücünü artıran ve siyasi açıdan da her geçen gün önem kazanan ayanlar çeşitli iktisadi ve mali iş ve işlemlerle servetini çoğaltıp tasarruf ettikleri toprakları da artırdılar. Nihayet ayanlar, iktisadî ve içtimaî bakımdan oldukça fazla güç ve kuvvet sahibi oldular.
Ayanların, geçen zaman içerisinde, sahip oldukları zenginlik nispetine bağlı olarak, maiyetlerinde bulundurdukları sekban ve levent sınıfından askerleri sayısı da arttı. Netice itibarıyla ayanlar içtimaî, iktisadî ve askerî güçlerine idarî yetki tasarrufunu da katarak kendi mıntıkalarının merkezle olan münasebetinde en kuvvetli temsilci haline geldiler.
On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru devletin taşradaki gücünün giderek azalması ve bir ayan ailesinin kendi bölgesinde devamlı olarak yöneticilik yapması neticesi âdeta bir hanedan hüviyeti taşıyan büyük aileler ortaya çıktı. Dolayısıyla da on sekizinci asrın ortalarından itibaren ayan kelimesi yeni bir anlam kazandı.
Söz konusu yeni statülerinde iyice güçlendikleri görülen ayanların başlıca görevleri, şehir ve esnaf için gerekli malları sağlamak, erzak ve ham madde fiyatlarını tayin etmek, kamu binalarının inşa ve tamirini yapmak, eşkıya yakalamak ve cezalandırmak,… oldu.
Merkezî otoritenin zayıf oluşundan faydalanan ve özellikle de taşradaki otorite eksikliğini fırsat bilen âyan, eşraf, hanedan ve derebeyi aileleri, varlık ve üstünlüklerini memleketin birçok yerinde kabul ettirdi.
Bu anlamda Rize dolaylarında Tuzcuoğulları, Samsun ve çevresinde Canikli Hacı Ali Paşa ve oğulları, Yozgat yöresinde Çapanoğulları, Kayseri’de Zennecizâdeler, Ankara’da Müderriszâdeler, Bilecik’te Kalyoncuoğulları, Balıkesir’de Kanlızâde, Manisa ve çevresinde Karaosmanoğulları, İzmir’de Kâtiboğulları, Isparta’da Yılanlıoğulları, Antalya’da Tekelioğulları, Çukurova’da Menemencioğulları ile Kozanoğulları, Suriye’de Azmzâdeler, Kuzey Irak’ta Babanzâdeler, Rusçuk dolaylarında Tirsiniklioğlu ile Alemdar Mustafa, Vidin’de Pazvandoğlu, Yanya ve çevresinde Tepedelenli Ali Paşa ile oğulları ve daha niceleri üne ve otoriteye kavuştular.
Böyle bir gelişme neticesinde, Üçüncü Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedid hareketi örneğinde olduğu gibi, ayanların bir kısmı söz konusu türden merkezi otoritenin uygulamaya koymak istediği projeleri desteklerken diğer önemli bir kısmı ise kendi çıkarlarına aykırı buldukları için hiçbir surette onay vermedi.
Rusçuk âyanı Tirsiniklioğlu liderliğindeki ayanların 1806’da Nizam-ı Cedid ordusunun Rumeli’de kurulmasına karşı çıkarak Osmanlı tarihinde İkinci Edirne Vakası’nın yaşanmasına sebebiyet vermesi aynı kabilden bir gelişme oldu. Üçüncü Selim de, kan dökülmesini doğru bulmadığından, yeni ordunun Rumeli’de teşkil edilmesinden mecburen vazgeçildi.
Bu durum merkezi otorite üzerinde hüküm icra etmek ve dolayısıyla da padişahın tasarruflarına ortak olmak isteyen muhalif sınıftan ayanların siyasal güçlerinin artmasına ve atılacak daha fazlası müstakbel adımlar için cesaret bulmalarına sebebiyet verdi. Öyle ki; 1807’de patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı neticesinde Üçüncü Selim’in saltanatı ve kurmak istediği yeni düzen (Nizam-ı Cedid) dahi ayanlar tarafından sona erdirildi.
Bu bağlamda Alemdar Mustafa Paşa, Rusçuk âyanı olarak, bir padişahı tahttan indirip bir başka ismi padişah yapma güç ve cesaretini kendisinde bulabildi. Ordusu ile İstanbul’a gelerek Dördüncü Mustafa’nın yerine İkinci Mahmud’u tahta çıkardı ve kendisi de tabii ki sadrazam/başbakan oldu.
İkinci Mahmut ile bir kısım ayanlar arsına imzalanan ve merkezi otoritenin tasarruflarını sınırlayıp ayanlara danışılmadan karar alınmasına imkan tanımayan muhtevadaki Sened-i İttifak adlı sözleşme tam da Alemdar’ın sadareti sırasında gerçekleşti.
İkinci Mahmud pek tabii ki saltanatına gölge düşüren ayanların siyasi, askeri ve iktisadi güçlerinin fazlası ile farkındaydı. Sened-i İttifak’ın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Ancak o, mukabele etmek ve ayanları etkisiz kılmak için uygun olan zaman ve zemini bekledi. Vakti gelince de ayanları, tabir caiz ise, tek tek avladı, bir kısmını bertaraf etti, diğer bir kısmını ise kendisine ram edip bağladı.
İkinci Mahmud ayrıca, merkezi otoriteye ikide bir kafa tutup isyan ve ihtilal naraları atan yozlaşmış Yeniçerileri, şuurlu bir politika dahilinde, bilerek ve isteyerek isyana teşvik etti ve nihayet topa tuttuğu ocaklarını başlarına yıkıp yerle bir etti. Ulemanın önde gelen muhaliflerini ise ya maaşlarını artırarak ya da makamlarını yükselterek kendilerine cömerçe ihsanlarda bulunmak suretiyle satın alıp kendisine tabi kıldı. Akabinde ise Üçüncü Selim’in açtığı yol ve istikamet üzere hareketle devlet idaresinde, gavur padişaha şeklinde anılma pahasına da olsa, değişiklikler yapmaya koyuldu. Ancak İkinci Mahmud’un tarumar ettiği ayan ve Yeniçeri sınıf ve zihniyeti hiçbir zaman için bütünü ile yok edilemedi. Geriye kalıp yaşama şansı bulan ayanlar, ad ve şekil değiştirmiş ve çağdaş bir görünüm kazanmış olarak, gerek Osmanlı’nın son yıllarında gerekse Cumhuriyet Türkiye’sinde siyaset ve ticarette var olmaya hep devam etti.
Dahası, söz konusu sınıf, merkezi otoritenin başına bulunanlardan muhalifi olduklarını, iktidar olsalar da, muktedir olmalarını önlemek üzere, sahip oldukları siyasi, idari ve iktisadi gücü ya doğrudan doğruya kullanarak yahut temsilcileri vasıtasıyla devreye sokarak ve gerektiğinde uluslararası ortaklarını da harekete geçirerek hep alaşağı etmeye çalıştı. İbret olması bakımından meşru surette iktidar olmuş bir başbakan ve bazı bakanların idam cezası ile cezalandırılmalarına göz yummaktan kaçınmadı.
Söz konusu sınıf ile iktidar arasındaki bu kadim mücadele bugünde berdevam bir haldedir. Hiç bitecek gibi de gözükmemektedir. Ancak bahsi geçen sınıfın mevcudiyet ve tıynetine uygun suretteki hareketlerine mukabil İkinci Mahmudlar yahut İkinci Abdülhamidler de berhayattır ve hiç şüphesiz ki her daim mevcut olmaya da devam edeceklerdir.