Çocuk deyip geçmeyeceksin

Pazar kahvaltısında Aral’la haftayı değerlendiriyoruz. 12 yaşında. Yeğenim.

Haftayı derken Erman Toroğlu ve Galatasaray ağırlıklı futbol gündemi, kendi genel kültür gelişimini vs.

Galatasaray, Erzurum’u zor yenmiş. Falcao kırmızı kart görmüş.

Aral “Dünyanın en beyefendi futbolcusu kırmızı kart gördü, bu ne yaa?” dedi.

Maçı, Falcao klasında bir futbolcuya uymayan bir hakemin yönettiğini düşünüyordu.

Yazının konusu futbol değil, Aral’ın Fatih Terim hakkındaki sözlerinin açtığı defter.

“Fatih Terim gitsin mi?” soruma bizimki, “Gitmesin” demiş devam etmişti:

“Büyük başarıları var. Tabii hataları var. Yorgun. Yaşlı. Gitse de kim gelebilir ki? Fatih Terim dışında bir çaremiz olduğunu düşünmüyorum.”

Bu sözleri Instagram’da paylaştım.

Birçok okurdan şu yorum geldi:

“Çocuk sanki AK Parti iktidarını özetlemiş. O olmazsa kim olabilir ki?”

Aral’ın tespitinin Erdoğan iktidarını akla getirmesi üzerine düşündüm.

Erdoğan’ı eleştiriyor muyuz? Evet.

Üslubunu, politikasını, hatalarını, önceliklerini, kadrolarını.

Sonuç?

Hızla büyüyen, ikinci parti konumuna yükselen kararsızlar.

Ben onlara “sıkışmışlar havuzu” diyorum.

Mevcut durumdan hoşnut değiller ama gidecek bir yer de bulamıyorlar.

“Sıkışmışlar havuzu”na iktidar da muhalefet de su taşıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekibi gençleri anlamakta ve de etkilemekte güçlük çekiyor.

Gençlere yönelik stratejileri, onları çekmek yerine uzaklaştırıyor.

Muhalefet ise, “sıkışmışlar havuzu”na iktidardan daha geniş kazanlarla su dolduruyor.

CHP desen içi karışık. Daha karışacak görünüyor.

Pandemide akılda kalan tek cümleleri “Kahvehanelerde neden pişpirik oynanmıyor” oldu.

Kadın oyları sıkışmışlar havuzuna döküldü.

Cumhurbaşkanı adayı yaptığı Muharrem İnce’yi cenazedeki fotoğraftan kesecek kadar dar bir vizyon.

MHP belki de tarihinin en iktidara eklenmiş, işi gücü Erdoğan’a yüklemiş görüntüsünde.

İYİ Parti’deki Ümit Özdağ ile başlayan kriz ortada.

Yarın seçim olsa, Galatasaray’ın Fatih Terim’e mecburiyeti mi tecelli edecek, sandığa gitmeyenlerin oranı mı artacak?

Yoksa beyaz atlı prens/prenses mi bekliyor herkes?

 

SAĞLIK BAKANI “COVİD’DEN SORUMLU BAKAN” OLSUN

Pandemi başlayalı Sağlık Bakanı Koca Covid’le yatıyor, Covid’le kalkıyor.

İletişim ekibi de Bakan Koca’ya yeni bir açılım getirmiyor.

Sonuç?

Salgında her şey olacağına varıyor. Sağlık çalışanları helak oluyor.

İnsanlar parklarda bahçelerde halaya duruyor.

Grip aşısının tedariki sorun, iletişimi zaten sorun.

Herkesin gazete okuduğunu varsayan iletişim ekibi, Bakan Koca köşe yazarlarına açıklama yapınca halk aydınlandı sanıyor.

Ama.

En büyük iletişim krizi, SMA hastalarında yaşanıyor.

Her yerde bir bebek ve onun gözyaşları içerisindeki anne babaları yardım arıyorlar.

Tedaviye gereken para, öyle bir bebeğin toplayabileceği rakam değil.

Bebeklerin “yaşamak istiyorum” çığlıkları serpilmiş tarlalardan geçiyoruz her gün.

“Kimsesizlerin kimsesiyim” vurgusu yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sağlık Bakanında bu konuda bir tek iletişim yönetimi işareti yok.

Bence Bakan “Covid 19’dan sorumlu Bakan” olsun, sağlığın diğer alanları o kadar sahipsiz…

 

VAY ANASINA SAYIN SEYİRCİLER

Bir:

Televizyon stüdyolarına uzmanlar yerine her konuda konuşabilecek kadar kendini kaybedenleri dolduracaksın.

İşi rakamları değerlendirmek olan anket uzmanına algı yönetimi, politik stratejiler, uluslararası ilişkiler soracaksın.

Bugün Adil Gür, dün başkasında olduğu gibi o kişi çuvallayınca onu tartışacaksın ama televizyonun konuk seçimini sorgulamayacaksın.

Vay anasına sayın seyirciler!

İki:

Ülkenin her yanındaki tarım alanları, ormanlar, maden ocaklarınca yağmalanıyor, kimse ses etmiyor.

Huzur bulmak, toprakla uğraşmak için oluşturulan hobi bahçeleri tarım alanlarına zarar veriyor diye yasaklanıyor.

Biri tarımın kökünü kurutuyor serbest, diğeri küçük ölçekli tarıma izin veriyor ama yasaklı.

Vay anasına sayın seyirciler!

Üç:

İstanbul’da geniş kapsamlı salgın toplantısı düzenleniyor. Çağrılmayan bir ben kalmışım gibi herkes orada.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı çağrılmıyor.

Vay anasına sayın seyirciler!

Dört:

Genç bir kadın. İstiklal Marşı’nı bilmiyor.

Sağlık Bakanını tanımıyor.

Türkiye kaç coğrafi bölge bilmiyor.

Mustafa Kemal’in bir sözünü bilmiyor.

Hepsi olabilir.

Bilinç olarak doğumdan sonra kapatıldığı mağarada yaşıyor olabilir.

Tuhaf olan, aynı kadının özgüven patlaması yaşaması.

Temel bilgileri eksik olanda az biraz utanma, yüz kızarması falan olur. Onda yok ama özgüven var.

Sokaklarımız böyle içi boş özgüven balonları şeklinde dolaşan gençlerle dolu.

Vay anasına sayın seyirciler!

Beş:

Vedat Milor, Los Angeles’taki restoranda yediği kuzu gerdanı övüp, “Türkiye’de bunu yapmayı beceremiyorlar” diyecek kadar kendini kaybetmiş.

Ülkemde eti bulsa, gerdanın alâsını yapan aşçılar ve anneler var.

Sırf kendi damak tadına uymuyor diye mutfağımızı yerin dibine sokup, yemekten zerre anlamayan Amerikan mutfağını göğe çıkarabiliyor.

Vay anasına sayın seyirciler!

Altı:

Galatasaray son haftalarda kötü. Ligin yeni takımı Erzurum’dan alınan bir galibiyete mutlular.

Maç sonu Teknik Direktör Terim’in, maçla ilgili konuşmasını bekliyorsun.

Maç hariç her konuya giriyor da bir türlü maça gelmiyor.

Vay anasına sayın seyirciler!

 

CUMHURİYETİMİZİN 100. YILI

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yıl kutlamaları, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından koordine edilecek.

Güzel.

Ben fikrimi baştan yazayım;

Bir, kutlamalarda Mustafa Kemal’e hak ettiği yükseklikte yer verilsin. O olmasaydı bırakın 100. Yılı, 100. günü göremezdik.

İki, 100. Yılda sizden bizden ayrımının yapılmadığı ulusal bir festival havası yaşatılsın.

Üç, popçuların kasasına para doldurmaktan öteye gitmeyen konserler yapılmasın.

Dört, Fazıl Say’ın bestelemesini beklediğimiz “100. Yıl Marşı” dillere pelesenk olacak ritimde olsun.

Beş, devletin ağır başlı tutumu yerine gençlerin keyifli yüzü başrolde olsun.

 

ARADA BİR TÜRKİYE’YE ESRA EROL’DAN BAKIN

Geçen hafta.

“Reality şov” analizi için “Esra Erol’da” programının bölümlerini izledim.

İyi bildiğim bir şey yeniden yüzüme çarptı:

Kadının kadına yaptığı zulmü, kimse kimseye yapmıyor.

Ve. Her ayrıntısı gerçek bir dram izledim.

Nilgül Alpak. Şizofren. Annesi sokağa atmış. Devlet sahip çıkmamış.

İstismar edilmiş. Hamile kalmış. Altı çocuk doğurmuş.

Doğurduğu bebekler alınmış, kendisi yeniden sokağa bırakılmış.

Zavallı kadın 27 yıl hayatta kalmaya çalışmış.

Esra Erol önce Nilgül’e çocukların üçünü, sonra o çocukların babalarının kimler olduğunu buldu.

Devletin yapması gerekeni yaptı yani.

Böyle dram yok.

“Babam ve Oğlum” gibi filmlere ağladıysanız Nilgül’ün gerçeğine yüreğiniz dayanmaz.

Hayatı öyle bir film olur ki, yapan da çarpılır, izleyen de.

Sokağa başka gözle bakın.

AKLIMDA KALAN

“Hayat tarifeli bir sefer değil” sözü: “Ayrılığın Haritası” kitabı üzerine yazarı Ertuğ Uçar ile yapılan söyleşiyi okudum. Kitap, yaşadığı ayrılık sürecinde kendini bulan bir kadın hakkında. Söyleşide geçen “Hayat tarifeli bir sefer değil” sözünde kaldım. Elimizde üzerinde varacağımız yeri yazan bir bilet yok. Ne zaman, ne tarafa gideceğimizi bilmemiz gittikçe daha zor. Her kavşakta, hangi yöne düşeceğimiz kavşaktaki ruh halimizle ilgili. En iyisi yolun keyfini çıkarmak. 

Diğer Yazıları