Doğu kafasıyla batılılaşma
Lambadaki cinin canı sıkılmış, “Gidip üç beş köy gezeyim. Birkaç kişinin dileğini gerçekleştireyim” demiş.
Önce batıda bir köye gitmiş, yoksulca bir ev seçmiş. Ev sahibinin karşısına dikilip konuşmuş:
“Senin bir isteğini yerine getireceğim, dile benden ne dilersen!”
Köylü kederli bir sesle “Benim sadece iki ineğim var. Zar zor geçiniyorum. Komşumun ise sekiz ineği var” diye içini dökmüş. Sonra sesine yayılan bir sevinçle haykırmış:
“Benim de sekiz ineğim olsun!”
Hokus pokus! Hemen köylünün önünde altı inek belirmiş. Hâlâ can sıkıntısı geçmeyen cin, soluğu doğuda bir köyde almış. Yine bir fakir fukara seçmiş kendine.
“Senin bir isteğini yerine getireceğim, dile benden ne dilersen” demiş yoksul köylüye.
Köylü, “Benim sadece iki ineğim var. Zar zor geçiniyorum. Komşumun ise sekiz ineği var” diye içini dökmeye başlamış.
Cin süreci hızlandırmak için köylünün sözünü balla kesmiş, “Lafı mı olur, hemen sana altı inek veririz” demiş.
“Hayır” diye itiraz etmiş köylü, “Sekiz inekle kim uğraşacak. En iyisi sen komşumun altı ineğini öldür, onun da iki ineği olsun.”
Dilek yerine getirilir, altı ineği ölen komşuyla yoksul köylü eşitlenir.
*
Bu hikâye, ‘doğu kafası’yla ‘batı kafası’nın farkını anlatmak için anlatılır. Batı kafası varlıkta eşitlenmek isterken, doğu kafası yoklukta eşitlenmekte sakınca görmez.
Şimdi durduk yere standartları yükseltmeye, daha fazla emeğe ve çabaya neden gerek olsun? Düşsün ortalama ki onun üstüne çıkıp, üstünlük sağlamak kolaylaşsın. Yoklukta sivrilmek, farklılaşmak, üste çıkmak daha kolaydır. Onun iki ineği var, senin üç olsa daha üstünsün işte! Diğer beşinin kahrını çekmeğe ne gerek var?!
Doğu kafası kolaycılığı sever, kısa yolu seçer. ‘Şark kurnazlığı’ deriz ki o kolaycılık, kısa yolculuk zekâ değil hilebazlık barındırır.
Cehennem fıkrasını duymuşsunuzdur. Cehenneme taze düşmüş bir günahkâr her ülkenin adının yazılı olduğu kazanlar görür. Cehenneme giden her kul kendi ülkesinin kazanında yanmaktadır. Kazanların yanında dikilen zebaniler olurda biri kazandan çıkmaya çalışırsa başına sopayla vurup, kazana geri itmektedir. Taze cehennemlik üzerinde ‘Türkiye’ yazan kazanın başında zebani göremeyince nedenini sorar.
“Onların içinden biri kafasını çıkarmaya görsün, hemen aşağıdan biri kazanın içine geri çeker. Bu yüzden orada zebaniye gerek yok” cevabını alır.
Hepimiz yanalım hepimiz, bir Allah’ın kulu kendini kurtaramasın. Hepimiz sefil olalım. Hatta acıdan keyif alalım. Acımızı yüceltelim, kutsayalım; gururlanalım onunla. Başarımızı, başkalarının başarısızlığıyla elde edelim.
“O 100 metre koştu, ben 101 metre koşayım, yok; 50 metreye gelmeden ona çelme takayım, ben de51 metre koşup şampiyon olayım.”
Doğu kafası!
*
Bu toprakların batılılaşma serüveni cumhuriyetten çok daha evveline gider. O şimdi bir kenarda dursun. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının topyekûn ‘ilerleme’ ideali ise bir kanaviçe gibi ince ince işleniyordu. Bir seçkin zümre yaratıp, azınlığın çoğunluk üzerinde hâkim olmasını asla istemediler. Eşitlikten yanalardı, lâkap ve unvanları kaldırdılar. Köylü milletin efendisi ilan edildi. Köy enstitüleri her yere yayıldı. Çağı yakalayan ve hatta çağa yön veren nesiller yetiştirme ideali vardı. Cumhuriyetin kurucu kadroları, refahta eşitlenme idealine sahip batı kafasıyla batılılaşma hamlesi başlatmışken, bir yerde o habis ‘doğu kafası’ batılılaşma hamlesini esir aldı. Üstünlük ve zafer diğerlerinin aşağıda bırakılması ve belki de aşağıya itilmesi suretiyle kazanılmaya başlandı.
Medeni, modern olduğunu düşünen bir grup insan; sahip olduğuna inandığı ‘üstün konumu’ toplumun geri kalanıyla paylaşmak istemedi. Bu öyle bir konum ki geri, kaba, kültürsüz, cahil diye niteleyip insanları sürekli aşağılarlar ve o insanların ilerleyebilmesi, medeni olabilmesi için hiçbir girişiminde bulunmazlar.
İnsanların sosyalleşme, kaynaşma girişimleri bu küçük elitist kitle tarafından sürekli olarak geri püskürtülür.
Hem insanlar kitap okumuyor diye şikâyet ederler hem de gizli gizli sadece kendilerinin kitap okuru olmasını dilerler.
Hem cahili hor görürler hem bir tek kendileri bilgili olsun isterler.
Hem “Denize kıyısı olan şehirde yaşıyorlar ama deniz görmemişler” diye insanları aşağılarlar hem de Boğaz’da piknik yapanları hor görürler.
Bir tek kendileri sanata, edebiyata, spora, seyahate, gastronomiye ilgi duysun, bunlardan anlasın; geri kalan herkes 19. yüzyılda kalsın isterler.
İnsanların cahilliği üzerinden bilgili olmaya, zevksizliği üzerinden rafine olmaya, görgüsüzlüğü üzerinden görgülü olmaya, yoksulluğu üzerinden zengin olmaya ant içmiş gibiler.
İnsanların kural tanımazlığından yakınır ama sadece kendilerine kural ihlal etme hakkı verirler.
*
Bir 9 Ocak günüydü. Sosyal medyada herkes şair Cemal Süreya’yı anmaya, şiirlerini paylaşmaya başladı. Birkaç kişi soyadının neden tek ‘y’ ile yazıldığını anlatmıştı. Daha önce şairin soyadına dikkat etmeyen hemen herkes ‘Cemal Süreya’ yazmaya başladı. “İyi, herkes şairin soyadının nasıl yazıldığını öğrendiyse bu bahsi kapatalım” diye üstten buyuran entelektüeller gördü bu gözler. Ne güzel işte doğru bir bilgi insanlar arasında yayılmış, belki o paylaşımlar sayesinde birkaç kişi şiir okumaya başlamıştır. Bunun nesi kötü? Sahiden bunun nesi sizi rahatsız ediyor? Böyle olunca sizden eksilen nedir? Nedir bu kıskançlık, gerçekten? Sizin rafine zevklerinize sahip başka insanların ortaya çıkması sizden neyi eksiltir?
Bir klasik müzik konserine başlamasına beş dakika kala yetiştim ve yerime yerleşirken telefonum çaldı. Birini küçümseyip kendini önemli ve üstün hissetme fırsatı yakalayan bir beyefendi hemen beni azarladı. Aynı beyefendi 30 dakika sonra konseri terk etme nezaketsizliğini göstermekte bir sakınca görmedi.
Yine klasik müzik konserlerinde “Her parçanın sonunda alkış olmaz” diye böğürenlerde müzik kültüründen hiçbir inceliğe rastlanmaz. Aynı bilgiyi kimseyi aşağılamadan, kırıp dökmeden paylaşsanız ne olur? Neyiniz eksilir?
“Kimse bilmez”, “Bunlar anlamaz” kalıplarıyla başlayan aşağılama seansları… Sahi ne kattı size?
Birkaç yıl önce Sabancı Müzesi’nde Akbank Caz Festivali’nin açılışındaydım. Genç bir kadın piyano çalıyordu. Sohbet ettiğim yaşı geçkin modacı, “Yaa tabii Sabancılar Adana’da caz dinliyordu” deyip alaycı bir kahkaha attı. Yani?
En fazla üç kuşak geri gitsek nüfusun yüzde 95’i köylü ama “Köylü” deyip herkesi aşağılamaya meyilliyiz.
“Turistik yerlere gitmiyorum” çıkışı da bizdeki kendine ‘elit’ bir mertebe edinme çabasından başka nedir ki? Git veya gitme, Allah Allah, bize ne bundan? Açık aşağılamalardan daha çok böyle örtülü aşağılamalar var.
Bütün bu üstünlük taslamaların nedeni eziklikten başka da bir şey değil.
İnsanın nesi yoksa osu diline vurur. Hiçbir zengin (sonradan görmüş ise başka tabii) “Zenginim” demez. Hiçbir güzel, güzel olduğunu ispatlamaya çalışmaz. Hiçbir ünlü, şöhretini vurgulamaz. Hiçbir akıllı, “Ben zekiyim” demez. Bana göre, öyle bir şey yok da, hiçbir asil (Avrupa’da unvan sahipleri), “Ben soyluyum” demez. Gerek yoktur çünkü.
Görmemiş, sonradan görme ve görmüş süreçlerinin sonucunda görgü gelmiyorsa çok paranız olması, harikulade okullarda okumuş olmanız, prestijli bir mesleğe sahip olmanız bir anlam taşımıyor.
Toplumla, insanlarla barışın, diyeceğim ama önce kendinizle iyi geçinmeniz şart.