Dünya kocaman bir sirk çadırı
“Aşk Yüzyılı Bitti” kitabımda, dünyanın büyük bir tımarhaneye dönüşümünü birkaç referansa dayandırarak anlatmıştım.
Böyle düşünenlerin sayısı hızla artıyor.
Bilinen fıkradır:
Akıl hastanesinin yeni müdürü hastaneyi dolaşmaya karar vermiş. Dolaşırken hastanenin bahçe duvarının dibinde, bir grup akıl hastasının tek sıra halinde duvardaki bir delikten dışarı baktıklarını görmüş. Merakla yanlarına gidip, sormuş:
“Hepiniz burada toplanmış ne yapıyorsunuz?”
“Bir şey yapmıyoruz” demiş içlerinden biri, “sadece delikten dışarı bakıyoruz.”
Müdür merakla hastaları kenara iterek deliğe gözünü dayamış ama bir şey görememiş.
Hastalara dönüp sormuş, “Ben baktım bir şey görünmüyor, peki siz ne görüyorsunuz?”
Hep bir ağızdan cevaplamışlar: “Biz yıllardan beri bakıyoruz bir şey göremedik, siz bir bakışta nasıl göreceksiniz ki?”
Şimdi. O deliğin medya olduğunu düşünün. Artık deliğin ne tarafındaysak…
Gazeteci Kaşıkçı’nın öldürülmesini kabul eden Suudi makamları açıklama yapıyor, “Adam öldü ama sorun bakalım neden öldü? Konsoloslukta arbede çıktı, bir de baktık ölmüş” şeklinde.
Adamlar salak değil. Dünya kamuoyunu da salak yerine koydukları falan yok. Dalga da geçmiyorlar. Alay da etmiyorlar.
Sadece “yersen” diyorlar, “ben böyle uygun gördüm.”
Eşi Melania tarafından zerre umursanmayan bir erkeğin travmasına gömülü Trump da, Suudi’lerin açıklamasını inandırıcı buluverdi!!
Adam, mesleği aktörlük olan Reagan’dan daha büyük bir aktör. Ve dalga geçenler listesinin başında o var.
Kaşıkçı’nın kaybolduğu günden bugüne yaptığı açıklamaları alt alta yazın.
“Kayıp gazeteciyi Suudi’lerin öldürdüğü gibi yalanlar atmayın”dan tutun, “öldürmüşlerse tepkimiz ağır olur”a, “yakında ölmüş olduğunu duyabiliriz”den “arbedede öldü diyorlarsa arbedede ölmüştür”e kadar…
Çoğunluk, Trump’a “dengesiz” diyerek kendilerini oyalasa da, dünya gündemini televizyondan takip edişini ciddiye alıp analiz etmek şart.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi konsolosu lakayt bulmuş. Bir o değil ki, Kaşıkçı cinayetinde lakayt olmayan bir şey söyleyin.
Suudi Bakan, “Adam sizin ülkenizde ama bizim topraklarımızda öldürüldü, size ne ki” açıklaması yaptı. “Yersen”e devam.
Lafla peynir gemisi yürüten BM, üzüntülerini belirtti, bitti. Kendisine biçilen gösteri bu kadar.
Bizim medya fır fır yeşil plakalı minübüsü kovalarken, ceset aramaktan Belgrad ormanlarında heba olacaklar şimdi de.
Bir tekerlememiz vardı bizim:
"Komşu komşu hu hu/ Oğlun geldi mi / Geldi / Ne getirdi / İnci boncuk / Kime kime / Sana bana / Başka kime / Kara kediye / Kara kedi nerde / Ağaca çıktı / Ağaç nerde / Balta kesti / Balta nerde / Suya düştü / Su nerde / İnek İçti / İnek nerde / Dağa kaçtı / Dağ nerde / Yandı bitti kül oldu…”
Herkes, sihirbazın göz boyadığını biliyor ama yine de seyretmeyi seviyor.
Diyeceğim o ki, tımarhane ne ki, dünya kocaman bir sirk çadırı oldu.
“ANDIMIZ”
“Andımız” konusuna bakışım çok yalın;
Bir, ülkemizi şimdi yönetenler de, biz de “Andımız”ı söyleyerek büyüdük. Sözcüklerine hiç takılmadık.
İki, “Andımız”dan yana olmak, Devlet Bahçeli ile aynı safta olmamak mümkün değil mi?
Üç, “Andımız”daki “Türk’üm”, Türkiye’ye vatandaşlık bağıyla bağlı herkesi kapsıyor. Tıpkı, “Alman halkının refahı üzerine” derken, Almanya’daki herkesin kapsandığı gibi.
Dört, sürekli parçalara bölünen dünyada, hep birlikte tekrarlayacağımız bir şey olmasının nesi kötü? Ben “hepimiz birimizden daha iyi” kuşağındanım.
Beş, büyük bir topluluğa ait olmanın, militarist etiketi yemesine itirazım var.
Altı, Cumhurbaşkanı bu konuda bir şey dedi de ben mi atladım?
İNSANLARIN FOTOĞRAFÇISI…
İsimleri insanların kaderidir derler.
Ara Güler’in ölümünün her kesimin ortak hüznü olmasının nedeni, sokakta, denizde, dağda, ovada her yerde insanı “ara”ması olsa gerek.
Görünenin içindeki görünmeyeni göstermenin filozofu.
Bence. En güzel memleket tanımının sahibi: Hatıraların olduğu yere memleket denir.
SEZEN AKSU OLMAK, İNSANI HER ZAMAN HAKLI YAPMAZ
Sezen Aksu, “İzmirliler olmasa, İstanbul müzik sektörü ne yapacak” demiş, günlerin telaşından atlamışım.
Tamam, Sezen’imiz olmasa neylerdik o ayrı.
Da.
Esas, Ankaralılar olmasa müzikten ve kaliteden söz edilebilir miydi, bunu sormak lazım.
Ankaralı Fazıl Say’ı hatırlatarak konuyu yukarı çekmeyeceğim. Emel Sayın’a kadar gitmeyeceğim. Muazzez Abacı’yı da geçeceğim.
"Ankaralı Mazhar olmasa, MFÖ olur muydu?" demeyeceğim. Hümeyra da bir yana.
Özlem Tekin’den Zakkum’a Rock’ta kalitenin sınırını çizen Ankaralı grupları da saymayayım.
Sadece şunu söyleyip geçeceğim: Ankaralı Atilla Özdemiroğlu olmasaydı, İzmirli Sezen olmayacaktı…
Gökçek’li yıllarda ne kadar aşağı çekilirse çekilsin, kültür ve sanatta Ankara’nın hakkını yedirtmem Sezen Hanım.
Bu ülkede, Ankara oyun havalarında oynanmadan düğün mü yapılıyor konusu bambaşka zaten.
“KAN EMİCİLER” DESEK VEDAT BEY…
Bu köşenin takıntısı, “sosyal medyada olmak mı, olmamak mı tartışması” biliyorsunuz.
Pazar sabah. Sevgili Yeşim’in mesajıyla uyandım: “Sosyal medya Vedat Milor’u perişan etmiş. Siz yine bir düşünün.”
Gazetede iki Vedat Milor fotoğrafı yan yana.
Sosyal medya kullanmadan önceki fotoğrafında, sanırsınız ki Paris’te lüks bir restoranda, serçe parmağını kaldırarak tuttuğu şarap kadehiyle tam bir salon erkeği.
Sosyal medya sonrası fotoğrafında ise, mezbele meyhanelerde sürünen bir derbeder.
Tam da Ortega y Gasset’nin “İnsan ve Herkes”inde, sosyolojiyi reddettiği cümleleri okuduğum günlerde. Milor’un bir sosyolog olarak yaptığı analizler hoşuma gitti.
Marx anlatmak üzere derse giderken bir çimento çukuruna düşüyor. Güzelim takım elbisenin pantolonu dize kadar çimentoya batıyor.
O halde girdiği derste, “Marx işçi sınıfını devrimci bir güç olarak gördü ama beni bu hale getiren işçiler. Çok kızgınım onlara. Nesnel olamam bu derste. Bugün havadan sudan konuşalım” deyince, sınıfın buz havası ısınıyor.
Gerçekten. Derse giderken hocanın ne giyeceği konusu önemli. Ne dikkat çekecek kadar abartılı, ne itici olacak kadar dökük.
Öğrencilerime bir üniversite öğrencisinin en önemli aksesuarının kitap, en şahane kozmetiğin de gençlikleri olduğunu söylerim hep.
Neyse.
Milor, “sosyal medya canavarları” diye tehlikeli bir gruptan söz etmiş: Dişlerini geçirecek insanların paylaşımları üzerinden kazanım elde edenler.
Nezaketinden olsa gerek “kan emiciler” diyememiş.
Negatif iletişimle kendilerine bir değer atfeden kişiler. Üçe ayrılıyorlar cahiller, kompleksliler ve iftiracılar.
Ruh halim her üç gruba da katlanmaya müsait değil, sosyal medya şimdilik kalsın.
BU NE YAAA…
Sordular: “Bircan Bali’nin fotoğrafları için ne diyorsunuz?”
İlk tepkim “O da kim?” oluyor. Hiç bildik bir isim değil.
Magazin dedikodusu yapanlardanmış. Sevgilisiyle samimi (!) pozları ortaya dökülmüş.
Fotoğraflara baktım, bakmaz olaydım. İnsanı aşktan, sevgiden her bir şeyden soğutur.
Sevgiliyle dudak dudağa pozlar. Samimiyetsizlik abidesi.
Baştan sona yapay.
Adam kadını öperken kamerayı aynaya denklemekle meşgul!
İki kişinin olduğu bir odada, kişisel bir telefona kaydedilmiş görüntüyü sızdıranı neden dışarda ararlar?
Hadi Gülben Ergen cebinde fotoğrafçısını da taşıyor, bunlara ne demeli?
Ya cin olmadan şeytan çarpmaya kalkıyorlar ya da gerçekten zeka düzeyleri yerlerde…
AKLIMDA KALAN
Mültecilerle ilgili temel sorunumuz: Bana göre ülkesiz olmak, kimsesiz olmaktan zordur. Mülteci konusuna özel dikkatim bu yüzdendir. Afgan yazar Khaled Hosseini’nin mülteciler üzerine yazdığı, Dan Williams’ın müthiş çizgileriyle resimlediği Denizin Duası’nda öyle bir paragrafa takıldım ki boğazım düğüm düğüm oldu. Babasının kucağında bota binmek üzere olan Mervan’a (Aylan bebek gibi) babası şöyle fısıldıyor: “Mervan, sen değerli bir yüksün, gelmiş geçmiş en değerli yük. Sen babanın gözlerinin ışıl ışıl nurusun. Hırpalanmış kalbinin sultanısın. Bunu bilmesi için denize yakarıyorum…” Türkiye’nin dört milyonu aşan mülteciye kapılarını açmasının iletişimi hiç yönetilemedi. Yerliler mültecilerden, mülteciler yerlilerden korkar durumda. Onlar hayatta kalmak isterken bizler onlardan uzakta kalmak derdindeyiz. Hiç mülteci iletişim politikamız olmadı ama üzerine konuşanımız çok.