ELİMİZDEN KİM TUTACAK?
Yazmayalı bir yaz geçti aradan.
Bu süreçte çok şey oldu, 7’den 70’e “OVP” diye bir kısaltma öğrendik. Kısaltmalar sorunları gözden uzak tutmaya yarar.
Ufuktaki olasılık uğruna, ödenemez kira zamları, bizimki gibi kavruk ülkelerin temel gıda malzemesi olan ekmek fiyatı sineye çekilir.
Küresel sermayeyle ilişkisi iyi olanlar, yeni zaman kahramanı olurlar.
Kahramanlar kurtarıcılar arasından çıkmıyor artık, illüzyonistler arasından çıkıyor.
Mülteciler bizim ülkemizden başlayarak, çıkış yolu sandıkları ülkelere yayılmış durumdalar.
Biz “çıkış yolu” kategorisinde değiliz. Mülteci de bunu biliyor. Ama ülkelerine yakınlığımız, kendi koşullarına göre hallice oluşumuz ve çoğu için halâ geçiş yolu işlevimiz nedeniyle cazibiz.
İtalya’nın bizden kalır yanı yok, Fransa’ya ateş püskürüyorlar. Macron’a parmak sallayıp “Mülteci sorununun çözümü, Afrika’yı sömüren Avrupalılardan kurtarmak!” diyorlar.
Bizde de durum benzer: “Mülteci sorunun çözümü Ortadoğu’yu, ABD sömürüsünden kurtarmak!”
Kim derdi ki, ülkesiz, güçsüz insanlar “güçlü” Avrupa ülkelerini birbirine düşürecek?
“Güç” artık en kırılgan şey.
“Güçlü” Fransa’nın Ticaret Bakanı, “zamlardan şikâyet edeceğinize hazır gıda yerine yemek pişirmeyi öğrenin” fırçası çekti halka.
Çünkü siyaset, çıkış yolu göstermeye yetmiyor.
Bunlar olup biterken bizde CHP, unuttuğu temel değerlerini bir kenara bırakırsak tam bir bataklığa dönüşmüş durumda.
“Bataklık” metaforu, debelendikçe dibe doğru çekilme hali.
Orada muhalif seçmenin elini tutacak kimse yok.
CHP’deki “Cumhurbaşkanı kim olacak”, “Genel başkan kim olacak”, “Belediye başkanı kim olacak” silsilesinin acıklı hali, o silsileye umut bağlayanların halini daha acıklı yapıyor.
Tam bu sırada, New York’ta sıradışı tekno-milyarder Musk, kucağında tuhaf isimli (XAE A-XII) minik oğluyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret etti.
Onlarca bakıcısı olan bir bebeği neden kucağında getirir? Canı öyle istediği için mi? Kuşkusuz ki öyle.
Dünyanın geleceği bu çılgın adama mı bağlı?
Elimizden kim tutacak öyleyse?
Hiç kimse.
Neoliberal sistemin amacı bu, çıkış yollarını tıkayarak çaresiz bireyler üretmek. Önlerine teknolojik aletler ve tüketim nesneleri koyarak onları ehlileştirmek/ evcilleştirmek.
“Nefret ve şüphe dolu dış dünya” hissi yayıp, sevgi, dayanışma ve güveni sanal dünyada sunmak.
Suç örgütleri, bireysel silahlanmalar neden artıyor sanıyorsun?
Elini tutacak ve sana çıkış yolu gösterecek birini aramaktan vazgeç. Zira neoliberalizm, buna asla izin vermez.
Sen sadece “Başka bir dünya mümkün” fikrine sımsıkı sarıl ve sana benzeyenleri bul.
DEĞERLİ TARTIŞMALAR
Bir.
Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye hakkındaki baştan sona olumsuz raporu sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gerekirse AB ile yolları ayırabiliriz” demesi üzerine çıkan tartışma değerlidir.
AB’ye üyelik talebimizin olması demek, “hangi Avrupa ile birleşeceğiz” sorusunu da getirmelidir. Son 60 yılda hiçbir şey eski halinde değil.
İki.
Bir karikatür tipi saydığım Cübbeli Ahmet’in “Çocuklarınızı İmam Hatiplere vermeyin, düz liselere verin daha az bozulurlar” demesi son derece değerlidir.
Zira muhafazakâr kesimden iki sesi yükseltmiş oldu. Seslerden biri klasik, “İmam Hatiplere dokundurmayız”, ikincisi ise Cübbeli’nin haklı olma ihtimali üzerine, din eğitiminin tartışılmasını içeriyor.
Din eğitimi içeriğinin hep politik çerçevede tartışıldığı, dinci-laik, siyah-beyaz ikilemi arasına sıkıştığı ülkemizde “eğitimin niteliği” tartışmasına çevrilmesi son derece değerlidir.
Üç.
Yılmaz Güney’in “Kadın döven maganda katil” olmasıyla, “Sinemamızın solcu aktörü” olması arasındaki algıya dayalı tartışma değerlidir.
Yıllardır herkes bilir ki, Yılmaz Güney bir yargıç öldürmüştür. Hayatına giren kadınlara şiddet uygulamıştır. Onları ölümle tehdit etmiştir.
Ama bu bilgi hep geri planda tutulmuş, Yılmaz Güney “efsane”sinin süsleri gibi sunulmuştur.
İyi oyuncu muydu? Bence tartışılır. Her izlediğimde “bu adam oynamıyor, zaten kendisi böyle” demişimdir.
Peki Yılmaz Güney neden bugüne kadar tartışılmadı da şimdi gündem?
Tartışmaya Güney’in “Türk-Kürt” ayrımından bakılması, durumdan pay çıkarma işinden başka bir şey değildir.
Mesele etnik değildir, postmoderndir. Dokunulmaz hiçbir şeyin kalmamasıyla, tabuların yerle bir olmasıyla, kadınların daha cesur olmalarıyla ilgilidir.
KİŞİLER VE İZLENİMLER
Recep Tayyip Erdoğan: 20 yıllık iktidarda yorulmuştur derken, üstüne bir de kendi kendisine muhalefet etme görevi yükle. Zor işi çok zor.
Kemal Kılıçdaroğlu: Bir insan ağzını her açmasında kriz çıkarır mı, çıkarır konusuna açık ara tek örnek.
Fahrettin Koca: Artık virüslerden konuşurken bin defa düşünmesi gereken kişi. Zira halkın müsamaha sınırı aşılmak üzere.
Özgür Özel: Nasıl da yenildik sorusunu havada yakalayıp çöp kutusuna atma başarısı göstererek, yenilgi travmasını “iyi ki kazanamamışlar” iç rahatlığına döndüren şahıs.
Ümit Özdağ: Mülteci sorununu ana mesele yaparak yükseleceğini fark eden, bulduğu büyük boşluktan yürüyen siyaset okuyucu.
Tan Sağtürk: İktidara yönelik “liyakatsiz atamalar” eleştirilerine ilaç gibi cevap olan sempatik kişi.
DÜNYAMIZ NE KADAR?
Bize şöyle bir aldatmaca yaşatılır: Medya dünyayı ayağımıza getiriyor.
Daha büyük masal şudur: İnternet sayesinde dünya parmağımızın ucunda.
Oysa bırakın dünyayı, alt sokağı görmemişizdir.
Bize sunulan dünya, aslında sunanların dünyasıdır, bizim değil.
Medyamızda İstanbul’la yatar, İstanbul’la kalkarız. Siyasi kavgayla Ankara’yı görür, sonra da Ankara’yı sevmemek üzerine ahkâm keseriz.
Hatta acı espridir, İstanbul’a kar yağmazsa Türkiye’ye kış gelmez.
Geçen hafta bir grupla Aksaray’a gittik. Hepimizde aynı soru, kavruk, buğday sarısı İç Anadolu taşrasında koskoca bir gün nasıl geçecek?
Bir de gördük ki Aksaray ovaya yayılmış, dümdüz ve yemyeşil bir şehir. Sanayide Türkiye’nin ilk 20’sinde!
İlgisiz kalmış ama misafirle ilgilenmeyi asla unutmamış, sıcakkanlı insanlarıyla epeyce hakkı yenmiş bir şehir Aksaray.
Önyargı kötüdür. Medya üzerinden oluşan önyargı bin kat kötüdür.
BİR DİZİ SADECE BİR DİZİ MİDİR?
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, Netflix’de yayınlanan “Top Boy” dizisinde Türkiye’yi suç örgütlerinin cazibe merkezi olarak sunulan bir sahne paylaştı.
Mülteci gerçeğinin algısal boyutuna işaret etti.
Sinema üzerine Lacancı analizleriyle tanınan sosyolog, felsefeci Zizek der ki “Bir film asla sadece bir film değildir.”
Bu saptama Freud’a, psikanalize dayanır ve filmlerdeki konu, ilişki ve nesnelerin görünenden öte anlamları olduğunu söyler.
Sonuçta ABD, dünyanın geri kalanının zihinlerini Hollywood endüstrisiyle esir alarak yükseldi. Dünya o esaretten yeni yeni kurtuluyor.
Film içeriklerinde nasıl konumlandığımız önemlidir ancak bu konuda yapabileceklerimiz sınırlıdır.
Bir algı ne zaman kalıcı bir düşünceye dönüşür? Algıyla gerçek uyumlu olduğu zaman. Eğer aralarında uyum yoksa deneyim belirleyicidir.
MEDYAYLA İMTİHANIM
Geçmişte çokça medyada yer almış, tv programı yapmış biri olarak pek medyaya çıkma hevesi kalmamış biriyim.
Bu nedenle katıldığım tartışma programları sırasında aklımdan geçen cümleleri buraya bırakayım;
Bir, benim burada ne işim var, medyaya inanan biri değilim ki.
İki, ben neden fikir belirtiyorum, alemin tek akıllısı ben miyim?
Üç, Ankara stüdyodan katılmak tam işkence, bir kere karşımda içine bakacak bir çift göz yok. Karanlık bir deliğe bakarken sıkıysa konsantre ol.
Dört, sıra gelinceye kadar öylece durmak benim gibi bir hiperaktifin yapacağı şey değil.
Beş, tam da araya girmem gerek ama çıkıntı konuk görüntüsü de vermemek lazım ikileminde sıkış kal.
Altı, acaba bu üstümdekini giymese miydim? Ama tişörtle çıkınca da seyirciye saygısızlık olmaz mı?
Yedi, ben ellerimle konuşurum. Stüdyoda tek başına ellerim ve ben çok sıkıcı.
Sekiz, konuk seçerim herkesle aynı ekranda olmam. Kapris değil, itibar, medyatik olmaktan çok önemli ondan.
Dokuz, her konuda konuşan tiplerden olmayacağım, sadece iletişim konuşan biri olmam gerek. Lanet olsun her konu iletişimle ilgili.
AKLIMDA KALAN
Gerçeğin ölümü: “Gerçek” üzerine çok konuşulan, öyle olunca da çok kafa karıştıran bir kavram oldu. Halbuki basit, “gerçek, siz katılın katılmayın, görün, görmeyin sizden/insandan/algıdan bağımsız olarak var olmaya devam eden şey”dir. Örnek, şu anda benim yazımı okuyor olmanız gerçektir. Uzaylılar konusu da bizi hep “gerçek mi, değil mi?” tartışmasına götürür. Haber Meksika’ya dayandırıldı, iki uzaylı fosili bulunmuş, sergileniyormuş vs. İşin içine medya girince gerçek mutlaka bozulur, bunu unutmamak gerek. “Uzaylı” fosilleri görünce gülüp geçtim. Nedense bulunan tüm uzaylılar temel motifleriyle insana benziyor! Mutlaka iki gözü, bir ağzı, burnu oluyor. Uzaylılar da demek ki bizim gibi yemek yiyor, gözleriyle algılıyor ve oksijen solumaya ihtiyaç duyuyor, diyor gülüyorum. Hatta bunun böyle olduğuna dair film yapıldı: “E.T.” Siz siz olun, iki kolu, iki bacağı, gözü, ağzı, burnu olan uzaylı görünce gülüp geçin derim: ) Ki zaten, haberin sahte olduğu da açıklandı.