"Erdoğan, etrafını saran menfaatperest ordusuna rağmen..."
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İhsan Karaman, Hülya Okur'a konuştu.
İstiklal Marşı tartışmasından, TTB'nin önündeki Türkiye ifadesinin çıkartılmasına, cinsel istismar suçlularının hadım edilmesini öngören düzenlemeden, uyuşturucu ile mücadele silah çağrısına, 28 Şubat'tan 12 Eylül'e darbelerin etkilerinden, akademi dünyasından FETÖ temizliğine kadar gündemde tazeliğini koruyan tartışmalara dair çok önemli açıklamalar yaptı. Karaman'ın bir de önemli tespiti var Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilgili... Böyle liderlerin 100 yılda bir geldiğini ifade eden İhsan Karaman, "Etrafını sarmış olan menfaatperest ordusuna rağmen milletin duası ile Allah onu koruyor." diyor.
İşte, Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ın oğlu, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İhsan Karaman'ın Hülya Okur'la çok özel sohbeti...
“DURDUĞUM ANDA DÜŞERİM”
1962 İstanbul doğumlusunuz... İmam Hatip ve tıp eğitimi ile şekillenmeden evvel, yaradılış özelliklerinize, anne ve babanızla biyolojik, psikolojik ve kimya uyumunuza dair bir şeyler duymak isterim...
Soru da çok güzel. Çocukluk çağında başlayan, giderek oturan hayatımız boyunca bizi yöneten özellikler. Biraz kendimi tanımak, biraz da etrafımdan nasıl tanımlandığımı dinlemek üzere bu çıkarımı yapıyorum. Genelde, şen şakrak, güleryüzlü, hayata pozitif bakan, enerjik, dışa dönük bir tabiatım var. Kendimi bildim bileli böyleydi. Beni hayatımda karşıma çıkan insanın kalbimi fetih eden özelliği, gülümsemesidir. Zaten Hadisi Şerif var: Tebessüm etmeniz dahi bir sadakadır. 10 yıldır tanıyor ve bir kere yüzünün güldüğünü görmüyorsanız, o insanda bir sıkıntı vardır. Ya kendisiyle barışık değildir, ya da inancında, Allah'a teslimiyetinde bir eksiklik vardır. Ben de zorlayarak değil, isteyerek ve doğaçlama olarak böyle bir tabiata sahibim. Bunda ailemin, fizikinin, kimyasının, biyolojisinin çok etkili olduğunu düşünüyorum çünkü sadece annem, babam değil, akraba çevremde de, insanı ifrit eden asık suratlı insanlardan hiç yok. Özellikle kendi ailem; muhabbet, güleryüz, nüktedir, babamın alim kişiliğinin, kara çatık kaşlarının arkasında çok nüktedan bir kimliği vardır, çocukluğumuzdan beri muhabbetlerimizde babamdan fıkralar dinlemişimdir. Tabii ki zor zamanlar geçirdik, gerek manevi psikolojik baskılar açısından, gerek maddi imkanlar açısından. Ama o dönemlerde de, enerjimi kaybetmediğimi düşünüyorum. Kendi kurduğum aile de, çalıştığım ortamdaki arkadaşlarım da enerjimi sırrını sorarlar, koştukça, etrafa bir şeyler vermeye çalıştıkça, enerjiyi sarf ettikçe, Allah yükler, şarj eder. Eğer biz pasif, sabit olursak, geri gideriz. Merkez kaç kuvveti vardır, bir motorsiklet duvarda hızlı bir şekilde dönerse düşmez ama frene bastıkça düşer. Ben de inşallah ömür boyu koşacağım, diyorum ki: "Durduğum anda düşerim" Maddi, manevi düşerim. İnancımı, sevgimi, neşemi kaybederim, bu da bir ölüm şeklidir zaten.
“BABAM ÜMMETİN BABASI”
Ömrünüzü koşmaya ayarlıyorsunuz... Babanızın ömrüne de bereket diliyorsunuz. Hayrettin Karaman, Erdoğan'ın elinden Hadis ve Sirete hizmet ödülü aldığında "Ömrüne bereket" demiştiniz. Ömrünün bereketini en çok da kendiniz için mi istediniz, Müslüman kardeşleriniz için mi?
Sorunun son kısmı çok güzel bana bir şey hatırlattı.. Babamla ilgili bana çok soru soruluyor, Babalar Günü'nde bana yazı yazdırdılar. Bazıları çok ileri gidip “Ne kadar şanslısınız o babanın oğlusunuz” diyor. Ben onlara içimden gelerek söyle diye cevap veriyorum: O benim biyolojik babam ama aynı zamanda bütün ümmetin babası. Yaşı itibariyle kendinden küçük olan herkesin manevi babası. Çünkü siz de dahil olmak üzere insanların babamdan bahis geçtiği zaman gözleri ışıldıyor. Zaten babalık, bir insandan maddi manevi istifade etmektir. Biz 56 yıllık yaşantımızda babamızdan istifade etmişiz ama babam sadece kendi evlatlarına bu istifadeyi hasretmemiş. Yazdığı ile, çizdiği ile, ihtiyacı olan herkesin elinden tutması ile ümmetin çocuklarına da faydalı olmuş. Onun oğlu olmak; hem çok muhteşem bir şey hem de çok büyük bir sorumluluk. Abim, ablam ve ben ömrümüz boyunca bunun ağırlığını hissetmişizdir. Attığımız adım söylediğimiz bir söz acaba babamı rencide eder mi, Kalbine giran gelir mi, veya toplum nezdinde onun itibarını zedeler mi gibi endişelerimiz olmuştur. Bilerek yapmadık, bundan sonra bundan sonra da yapmayı Allah göstermesin.
“MEHMET AKİF ERSOY’U ÖRNEK ALDIM”
“12 EYLÜL’E KADAR SAKALLIYDIM”
Bir yazınıza "Gençlik yıllarımıza dair söylenecek her şey biraz hayıflanma barındırır." diye başlamıştınız. Sizin gençlik iksiriniz, idolünüz, sizi peşinden sürükleyen akım neydi?
Okuma yıllarımı lise son, üniversitenin başlangıcı gibi düşünelim. O yıllarda ben, “bugüne nazaran vazifelerini daha iyi yapmaya çalışan, Allah'ın emirlerine daha yakınen ittibâ etmeye çalışan bir mümindim” Müminlik sıfatında elbette bir değişiklik yok ama hayatın bizi yoğurması ile meslek ve sosyal hayat, tavır ve davranışlarımızda tavizler vermeyi beraberinde getirdi. Gençlik çağı öyle bir çağı ki çok özgür, serazad oluyorsunuz. Anne ve babanızın yılların tecrübesinden süzülüp gelmiş fikirlerine isyan ediyorsunuz, bu kendimde de olmuştur. İsyan güzel değildir ama küçük baş kaldırılar, size özgüven kazandırıyor. İslam dünyasında Müslüman gençliğe önder olmuş, Mücahit şahısları örnek almaya çalıştım. Silahlı mücadele anlamında değil ama ülkemizin yetiştirdiği çok önemli bir değer olup, ben bir İslam davası mücahidi, hem de bir alim ve yol gösterici olması sebebiyle Mehmet Akif Ersoy'u mutlaka anmak isterim. İmam Hatip 2. sınıftan itibaren Safahat'ı elime alıp, hem ağladığım hem de şarj olduğum bir büyüğümüz, bir önderimizdir. Safahat da “Ben ne diyorsam bu benim sözüm değil, bana söyletiliyor” der. Bugünün müslümanlarına ve gençliğine Kuran’ı ve sünneti adeta tercüme ve tefsir ediyor. Duruşunu hiç bozmamış davasından vazgeçmemiş, dünyaya metelik vermemiş, ukba için çalışmış, dünya için de yabancı dilde, mesleğinde iyi olma, güreş yapma, pehlivan olma gibi şeyleri de ihmal etmemiş bir profili örnek aldım. Ben öğrenciyken 12 Eylül'ün cuntasının baskısıyla kesmek zorunda kalana kadar sakallıydım. Zorlama ve taklit olsun diye değil, Efendimizin sünnetlerine uymayı istedim. Okuduğum bir hadiste Efendimiz yemeği tuza parmağını bastırarak başlardı diye öğrenci kantininde yemek öncesi bir tutam tuz yalardım. Bunlar şekli değildi.gönülden bağlı olduğumuz önderimize iktiba etmek için beni mutlu kılan küçük ayrıntılardı. Babamın beni yönlendirmesi ile iki kanatlı bir kuş gibi dünyevi ilimlerinin yanında dini ilimler konusunda da hem imam hatip tahsili, hem evde aldığımız terbiye ile kendimizi bir yere getirmeye çalıştık, ama çok eksiğimiz var, inşallah Cenab-ı Hak gelecek nesillerde tamamlatır.
“İSTİKLAL MARŞI BESTELENEMEZ BİR MARŞ”
"İSTİKLAL MARŞININ BESTESİ VE GÜFTESİ TAMAMEN UYUMSUZ"
“CUMHURİYET NESLİNİN MARŞINI DEĞİŞTİRMEYİ LÜZUMSUZ GÖRÜYORUM”
Mehmet Akif Ersoy’u örnek aldığınız için sormak isterim. İstiklal Marşı'nın bestesinde yapılması düşünülen değişiklik, sizin için zülfi yare dokunan bir mesele mi?
Siyasi tartışmaların ötesinde bir şey söylemek isterim. İstiklal Marşı'nın bestesi ve güftesi tamamen uyumsuzdur. Bu büyük bir rezalettir ancak televizyonlarda bugünlerde alternatifi olarak gösterilen ilk bestesi de berbat, uyumsuz. Gönlümün sesini duymak isterseniz bu marş aslında bestelenemez bir marş. Akif'in yazdığı İstiklal Marşı kendi okunuşuyla bir bestedir aslında. Nazım olarak şiir olarak okuduğumuz var aslında bir çağıldayan bestedir, şarkıdır. Ama marş olması için de bir beste gerekiyormuş. O yapılmış, bu yapılmış olmamış. Kabul edildiğinden bu yana 100 yıl geçmiş bir marşı değiştirmenin de anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bütün Cumhuriyet neslinin hafızasına kazınmış bir besteyi bu saatten sonra değiştirmenin de lüzumlu olmadığını düşünüyorum.
“MUHSİN YAZICIOĞLU’NU GEÇ KEŞFETTİM”
“İNANÇ VE İDEOLOJİMİZE ÖZAL VE MENDERES YAKINDI”
"ERBAKAN'IN HATASI, İMAM HATİPLERİ PARTİSİNİN ARKA BAHÇESİ YAPMASI"
Dünyevi ve dini bilimlerden öte siyasetin hangi cephesinden hayata baktığınızı sormak istiyorum. Muhsin Yazıcıoğlu için "Şâhidiz! Rabbim de şâhid olsun! Duruşun nesillere örnek olsun!" demiştiniz. Tayyip Erdoğan'ın liderliğinin nesiller üzerindeki etkisi nedir sizce?
Hem İmam Hatip bilincimi, hem de babamın bir din alimi olarak siyasetin dışında kalınması düsturunun etkisiyle, bir bilim adamının aktif siyasete taraf olmamalı diye düşünüyorum. 40 yıldır, körü körüne, sokaktaki ortalama bir vatandaşın bir parti ve lidere biat ettiği, inkıyad ettiği gibi bir liderim olmamıştır, olmamalıdır da. Bu bir kibir ve büyüklenmeden değil, ilim adamı, fikir adamı, sayılırsa kanaat önderi olarak toplumun tümüne hitap edebilme, herkesi kucaklayabilme ve davet, tebliğ yapabilme özelliğimiz baltalanır ve törpülenir.. Bu yüzden bu anlamda bir tâbîlik üstüme oturmadı. Fakat, hiç korkmadan, Yazıcıoğlu için söylediğim gibi, dik duran, inancından ve doğru çizgisinden taviz vermeyen kararlı bir politikacı gördüğüm zaman takdir ettim, doğru yaptıklarını alkışlamaya çalıştım. Hatalarıyla, sevaplarıyla, inanç ve ideolojimize yakın politikacılar; Adnan Menderes ve Turgut Özal olmuştur. Bunlar hayat tarzı açısından kendimize çok yakın bulduğumuz ve desteklediğimiz Tayyip Erdoğan gibi değildirler. Ama o yoklukta, o kıtlıkta Adnan Menderes’in söylediği bazı cümleler, gösterdiği tavırlar örnek olmalıdır, onları yapmaya çalıştık. Daha sonraki yıllarda Erbakan öne çıktı. Erbakan'ın bize göre şöyle bir “hatası” olmuştu: İmam Hatip liselerini ( ki ben iftihar ediyorum imam hatip mezun olmaktan) adeta kendi kurduğu partinin arka bahçesi imiş ve bütün İmam Hatip neslinin Erbakancı olması gerekiyormuş gibi bir hava yarattı. Yanlıştı. İmam Hatip nesli hiçbir zaman bir partinin uydusu olamazdı. Çünkü bütün ümmete, millete hitap ediyordu. Bu noktada Erbakan ile benim de mensubu olduğum camia arasında görüş farkı hep olmuştur. Ama bu onun güzel tavırlarını hizmetlerini görmemizi engellemez, Allah rahmet eylesin. Muhsin Yazıcıoğlu'nun Mamak, 12 Eylül öncesi hayatı fırtınalarla geçmiş de olsa, Mamak'taki 10 küsur yıllık medrese eğitiminden sonra başka bir insan olmuş. Biz onu o zaman keşfedememişiz. Rahmetli olduktan sonra hatıralarından, ailesinin anlatımlarından gördük ki, bir aile babası olarak da, bir siyasi lider olarak da, bir ağabey sohbet ehli olarak da örnek olmuş. Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili kalbimde hep bir sıcaklık sempati olmuştur ama itiraf edeyim ki onu biraz geç keşfettim. Bir kitle partisi olamadı, kanun yapıp da milleti yönetme anlamında hizmet etmedi ama milletin hafızasında ve hatırasında dimdik duran, taviz vermeyen, Allah'ın ve Peygamberin yolundan hiç şaşmayan bir siyasi lider nasıl olur, hayatıyla ve mematıyla bunu bize gösterdi.
“ERDOĞAN GİBİ BİR LİDER 100 YILDA GELİR”
“ERDOĞAN ETRAFINDAKİ MENFAATPEREST ORDUSUNA RAĞMEN...”
Tayyip Erdoğan'a geldiğimizde, hiç şüphesiz Tayyip Erdoğan, Abdülhamit'ten sonra bu milletin içinden çıkan en büyük siyasi liderdir. Bunu dostu düşmanı herkes kabul eder. Etmeyenler de zaten dışından etmiyordur, içinden bunu kıskanarak biliyordur. Böyle bir lider 100 yılda bir gelir. Çok büyük badireler atlatılan bir döneme denk gelmiştir ve hemen hemen hepsinin içinden, sadece partisinin gücüyle değil, doğrudan millete dayanarak, Onun sevgisini, duasını alarak çıkmıştır. Bu 100 yıl içerisinde bize en çok önderlik edebilecek, en iyi örnek olabilecek lider olarak görüyoruz, duamız ve yaptığımız hizmetlerle destek olmaya çalışıyoruz. Her siyasi liderin başına geleceği gibi, siyasetin doğası gereği, belli bir süre sonra meydana gelen, etrafında duvar örülmesi nedeniyle, doğru seslerin ulaşamadığı, istişare kültürünün temelde var olmasına rağmen, etraftaki duvara çarpıp geri dönmesinden dolayı lider yalnız kalır. Zaman zaman kendisinin de söylediği gibi yalnız bir liderdir, Allah ona yardım etsin. Çok zor işi. Etrafını sarmış olan menfaatperest ordusuna rağmen milletin duası ile Allah onu koruyor. İnşallah bizi daha da iyi günlere götürür.
“DÜSTURUM; HAVF İLE RECA ARASINDA OLMAKTIR”
“GENÇLİĞİN İMANI, KORKU İLE ÜMİT ARASINDA”
İmam Hatip neslinden söz ettiniz de.. Bütün paylaşımlarınız uyanışa sebep olmak üzerine kurulu. Hz.Lokman'ın öğütlerine yer vermiştiniz. Namazımızda kararlılık göstermemiz, kötü ve eğriden vazgeçmemiz, başımıza gelebilecek her belaya sabırla katlanmamız sözlerine vurgu yaptınız. Verdiğiniz mesajlar yerine ulaşıyor mu, gençliğin imanı dilediğiniz noktada mı?
İslam tasavvufunda, kulun Allah ile ilişkisinde, mümin Havf ve Reca arasında olmalıdır diye bir ilke vardır. Havf, korku, endişe. Reca da ümit demektir. Bunun küçük yaşımda öğrenmiştim ve çok sevmiştim. Allah'ın, Peygamberin emirlerini ve kendilerini gönülden ve büyük bir coşkuyla seven bir insanım. Korku ile değil. Evet korkalım ama ölmek üzereyken size atılan bir can simitine sarılır gibi sarılmaya çalışıyorum. Havf ve Reca cümlesi beni çarpmıştır, 40 yıldır etkisi altındayım. Ben kendi hayatım içinde korku ve ümit arasındayım. Tamamen ümitvar olup her şey garanti gibi bir rahatlık içinde olamadığım gibi, Hep korku.. ibadetim kabul olmazsa, cehennemde yanarsam gibi bir endişe de lüzumsuz bir endişedir, Allah da bunu istemiyor zaten. Mümin dolayısıyla bunun tam ortasında olmalıdır zaman zaman korkmalı zaman zaman da ümitvar olmalıdır. Ben gençliği aynen bu kelimelerle tarif ediyorum. Nizam-ı Alem, Kelimetullah konusunda Allah’ın insanoğluna yüklediği emaneti taşıma ve Yeryüzüne İslamı hakim kılma mücadelesinde, Hak ve batıl mücadelesinde dahil olmak üzere, gençliğin durumunu bir yandan korku ile izliyorum. Ama çok geçmeden de duyduğum, gördüğüm bir hadise ile ümitvar oluyorum. Türkiye gençliğini evlatlarımızdan, öğrencilerimizden biliyoruz. Sosyal medyanın esiri olmuş, gecesini gündüzünü kafelerde, barlarda geçiren, cinsler arasındaki ilişkileri tamamen kontrolden çıkmış, aile ve sadakat kavramlarını unutmuş, günahı, haramı, helali bilmeyen, gusletmeyi bilmeyip, sokaklarda kirli gezenleri görüyoruz, infiale kapılıyoruz. Böyle olmayan, namazını kılan gençliğe gelelim, onlarda da yüzlerce problem, sıkıntı, dert görüyoruz. Örnek grup olarak tesettürlü kızlarımıza bakalım, bir başka gözle o kızlarımıza baksak şöyle diyemez miyiz: Bu devirde çok zor bir şey yapıyor, bu devirde başını örterek yaşıyor, ne kadar faziletli bir şey. Ama aynı kızları başını örter başka bir yerini açar durumunda görmüyor muyuz bazen de? Saçının teli gözükmediği halde, baş örtülü bazı kızlarımızı AVM’lerde 5 milyarlık çanta ile, makyajla, masraf israf halinde görmüyor muyuz? Başörtülü kızlarımızı nargile cafelerde, kahvehanelerde sigara içerken, erkek arkadaşı ile muhabbet ederken görmüyor muyuz? Bunları görünce bizim taraftakilerden de korkuya kapılmıyor muyuz, ben kapılıyorum.. “Bu gençlik böyle ise biz bitmişiz” diyorum. Fakat başka bir zamanda öyle görkemli olaylara şahit oluyoruz ki, içimiz açılıyor, büyük bir ümide gark oluyoruz. “Allah'ın izniyle bu bayrak yere düşmeyecek!” diyoruz. Kendi üniversitemde öğrencilerin yaptığı faaliyetleri görüyorum, bu faaliyeti ben bu yaşımda düşünemem, ne kadar içten, ne kadar güzel, ne kadar verimli çalışıyorlar, diyorum. Ömürlerini, vakitlerini Allah'ın davasına adayan faaliyetler yapıyorlar. Gençliğin imanı, ideoloji ve hayat tarzı hakkında tek bir yargıya varamıyoruz. Korku ve ümit arasında ilerliyoruz ama korku ve ümit arasında ilerlemek, Allah'ın istediği bir yol olduğu için, Cenabı Hak buna Rahmetini bahşedecektir. İnşallah gençliğimiz daha iyi bir noktaya gelecektir.
“YOKLUK İMTİHANINI KAZANDIK, VARLIK İMTİHANINI KAYBETTİK”
“BALOLARDA EŞLERE ZORLA İÇKİ İÇİRİYORLARDI”
“28 ŞUBAT’TA BAŞÖRTÜLÜLER DAHA DİRAYETLİYDİ”
Başörtüsü ile ilgili "Başörtüsü yasakken de aynı bağlanıyordu, serbestken de. Kitap aynı, ayet aynı, kadın aynı mı?" sorusuna, "Beyinleri zonklatan soru! Cevabı, nimet ile imtihanı kaybettiğimiz gerçeği olmasın?! Ahh ihlâs! Ahh samimiyet" şeklinde karşılık vermiştiniz. İmtihanı kaybettik mi diyorsunuz kısaca?
Evet ‘İmtihanı kaybettik’ diyorum ben ona. 12 Eylüller, 28 Şubatlar, Atatürk'ün ilk yılları ve tek parti devrinde, Zafer bayramlarında Cumhuriyet törenlerinde, bir Anadolu kasabasında, devlet erkanına balo verilirdi. Eşlerini oraya getirmek şart koşulurdu. Kaymakam’a, mal müdürüne, karılarını getirmesi neden şart koşulurdu, karısının başı açık getirmesini ve onu da içki içmeye zorlamak için yapılırdı. O dönemlerden geçtik. Sonra 12 Eylül’leri ve 28 Şubat’ları gördük. Ama o devirlerde bile başörtülü insanlar çok daha dirayetli, çok daha sağlam çizgide dururlardı.
“28 ŞUBAT’TA YOKLUKLA, ŞİMDİ VARLIKLA SINANIYORUZ”
Vazgeçmediler, eğitim bıraktılar ama başörtülerinden geçmediler.
Evlerine kapandılar ama vazgeçmediler. Kendilerini ve çocuklarını eğitmeye çalıştılar. O gün yoklukla sanıyorduk o imtihanı geçmiştik, Bugün varlıkla sınanıyoruz; iktidar bizde, para bizde, özgürlük bizde, hürriyet bizde ama başımıza, oramıza buramıza bakın.. Dolayısıyla varlık imtihanını kaybettiğimiz kanaatindeyim. sırf kadınlarımıza yükleyip haksızlık yapmamız lazım. Biz erkekler de aynı ölçüde imtihanı kaybettik. Çünkü içim acıyarak söylüyorum ki; AK Parti iktidarının Müslümanlara yarattığı büyük imkanlar içerisinde parasına nasıl takla attıracağını yani iki üçe katlayacağını düşünmekten başka bir derdi olmayan, ve bunun içinde İslam'ın yasakladığı bir takım yolları, iltimas, torpil, ihalede kapmada yarışarak, tıpkı bizim karşısında olduğumuz insanların yaptıklarının aynısını yaparak, sanki dinimizde ona izin veriliyormuş gibi yaşayan erkeklerimiz de var. Allah ıslah etsin. Dolayısıyla bu imtihanı manevi anlamada biz kaybettik, maddi anlamda her şey güzel görünüyor. Bir silkinip kendimize gelmemiz lazım.
“GERÇEK ÖZGÜRLÜK, ALLAH’A TESLİM OLMAKTIR”
Kadınların özgürlük talepleri var...
Özgürlüğü yanlış anlıyoruz. Gerçek özgürlük, Allah'a teslim olmaktır. Materyalistlerin, inançsızların anlamadığı çok önemli bir gerçek vardır. Yeryüzünde insanoğlunu her güçten, her tahakkümden bağımsız ve azade kılan tek bir hareket tarzı vardır, bütünüyle Allah’a tabii olmak ve boyunduruğunu onun ellerine vermek. Bunu bir anlasalar. Bütün dünya Müslüman olur zaten. İşte bizim özgürlüğümüz ancak bu sayededir. İnsanlar özgürlüğü, batılı anlamda yani her türlü nizamdan, ölçüden kurtulup, aklının da nefsinin emrettiği şekilde yaşamak olarak görüyorlar. O zaman diyebilirsiniz ki; hocam başını örten niye örtüyor, namaz kılan niye kalıyor.. Onlar artık birer sembol ve kisve halini almış. Erkeğimizin, kadınımızın, evladımızın gerçek özgürlüğün Allah'ın iradesine tam anlamıyla boyun eğmek olduğunu anladığı gün özgürleşeceğiz inşallah.
“28 ŞUBAT’TAN ÇOK DAHA TEHLİKELİ BİR SENARYO”
“AMAÇ, ALİMLERİ İKTİDARDAN SOĞUTMAK”
“OYUNA GELİRSEK, UZUN YILLAR MÜSLÜMANLARIN BORUSU ÖTMEZ”
28 Şubat'ın tekrarının içinde kendimizi bulduğumuz yorumlarına ne diyeceksiniz? Malum alimlerin sözlerinin halka aktarımında sorunlar yaşadığı bir dönemden geçiyoruz.
28 Şuba’tın tekrarlandığı izlenimine sahibim ama 28 Şubat’tan biraz farklı olarak, Bu senaryo 28 Şubat'ın aktörleri gibi düşman, karşıt bir ideolojiden gelmiyor. Bu iktidardaki gücü kontrol altına almak isteyen, dost görünen derin güçlerden geliyor benim kanaatimce. Adnan Oktar gibi Müslüm Gündüz gibi dinle ilgisi olmayan bir kaç tane sapık, merdut, reddedilen, İslam’dan kabul edilmemesi gereken, figüranlık yapan kişilerin söyledikleri eskiden de vardı, İslam tarihi boyunca hep olmuş. Bunların bir kısmına meczup denilmiş ama bir kısmı ideoloji sahibi figüran, maşalar. Son zamanlarda Nurettin Yıldız'ın söyledikleri gündemde. Aslında söyledikleri içerisinde yeni bir şey yok. İslam tarihi boyunca birçok alimin söylediği şeylerin tekrarı. Ve bunları yıllar öncesinden söylemişler ama bugünkü derin ve gizli güç sözlerine itibar ettiği bir takım alim kisveli insanları, “İktidar eliyle”, “özellikle Cumhurbaşkanının ağzından yaptırmak suretiyle” itibarsızlaştırmaları, geniş kitlelerle iktidar arasında bir uçurum oluşturmalarından kaynaklanıyor. Bu tezgahı yapanların ümit ettikleri şey şu: iktidar yalnız kalıp, etrafı sarılmış olarak bu senaryoyu hazırlayanların borusunu öttürmeye mecbur kalacak. Çünkü günün birinde arkasında geniş halk çoğunluğunun sempatisini ve sevgisini bulamayacak. Tarikatları ve cemaatleri iktidar eliyle yok ettirecekler, böylece de yalnızlaştırılacaklar, deniliyor. Ben bunu kendim cümle olarak niye söylemedim: Çünkü tarikatları ve cemaatleri yok edecek, hasım olacak denilirse, adı tarikat ve cemaat olanları onaylamışız gibi olur. Halbuki bunların bir kısmı Müslüm Gündüz, Adnan Oktar gibi sapıklar örneğinde olduğu gibi kendisine cemaat diyor, bunları biz cemaat kabul etmemeliyiz. Amaç, dindar camianın kendisine itibar ettiği, alim ve fazıl kişileri merkezi yönetimden, iktidardan soğutmak. 28 Şubat'tan bu anlamda farklı ama çok daha tehlikeli bir senaryo. Çünkü 28 Şubat'ta saflar belli, düşman netti, herkes birbirine kenetlenerek bu badireyi atlattı arkasından AK Parti iktidarı gibi büyük bir imkan doğdu. Fakat bu sefer eğer oyuna gelirsek ve kendi değerlerimizi kendimiz katledersek, bir daha çok uzun yıllar bu ülkede Müslümanların borusu ötmez, gerçek anlamda var olduğunu kabul ettiğimiz dini özgürlükler ve baltalanır.
“DOKTORLUĞUN BONUSU VAR”
"İnsan insanın dermanıdır", "Yaşadıkça gönüllüyüz" gibi inanışlarla, cana dokunan bir mesleğin yolunu tuttunuz... Siz bırakmak isteseydiniz de, sizi bırakmayacak olan şeyler nelerdi?
Merhamet ve merhametin bir sonucu olan iyilik. Mesleğimi çok seviyorum. Eğitim hayatı boyunca zorluklarına rağmen çok zevk aldım, Sonra altın bileziğimi takıp doktor olarak yaptığım hizmetten çok büyük bir zevk aldım. Çünkü hepsinde ister para ile yapın ister memuriyet gereği yapın insana dokunursunuz. Acısı olan, derdi olan, sıkıntısı olan bir insanın yüzünü güldürüyorsunuz. Bunu yaparken mesleği istismar etmiyorsanız ve meslek ahlakından yapmıyorsanız, karşılığında maaş da alsanız, Allah'ın bir de ekstradan sevabı olacaktır. Ayeti Kerime var: Bir insana hayat veren, bütün insanlığa hayat vermiş gibi olur. Bizim mesleğimizin bonusu var dünyayı kazandırıyor ama onun yanında ahireti de kazandırıyor. Ama aynı meslek ahireti berbatta edebilir. Hastayı Allah'ın emaneti olarak değil de bir meta olarak görürseniz, Onun hak, hukuk ve mahremiyetine riayet etmezseniz, dört dörtlük muayene ettiniz ama onun bir sırrını paylaştınız, görülmemesi gereken yerini fazladan açıp gördünüz ise, sizin o sevabınızı sıfırlar hatta günah kazandırır. Ben tıpı bu kadar sevdim ama bu mesleğin bana kazandırdığı en büyük mutluluk, içimdeki merhametin somut bir çıktı olarak iyiliğe dönüşmesi. Bu illa doktor olarak yapılmaz, sokaktaki bir taşı yoldan kaldırmak da, iyiliktir. Fakat mesleğimizde bizim önümüze geliyor.
“REKTÖRLÜK, ENERJİMLE UYUM SAĞLAMADI”
Ömer Çakın'ın bedeni, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağışlandı. Türk Kızılayı İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile birleşti. Hukuk Fakültesinde birinci sıraya yükseldiniz. "Üniversite medeniyettir..." Çalışıyoruz diye yaptığınız tüm etkinliklere baktığımız Üniversiteyi uçuruyorsunuz.. Hedefinize ne kadar yakınsınız?
Ben ikinci Rektörüm, bu üniversiteyi kuran ilk iradede böyle bir gelecek hedeflemiş. Türk İslam medeniyetinin önce ülkemizde sonra dünyada temsilcisi olan bir Üniversite, bir akademik kurum olarak düşünülmüş. Bunun bir fiziki, maddi bir boyutu var; kampüs, laboratuvarlar vs. Bir de muhteva var; insan kaynağı ve üretim. 3 yıldır rektörüm. En başta söylediğim; iş bitirici, enerjik tabiatımla rektörlük süreci çok uyum sağlayamadı. Ben ne kadar gayret etsem de devletin elinde olan mekansal ve fiziksel imkanlar var. İstediğim gibi ilerlemedi ve daha uzun yıllar sürecek gibi gözüküyor. Hem güzel, hem de medeniyete uygun bir kampüse kavuşmadan hedefe vardık diyemeyiz. Gücümüzden, cürmümüzden çok daha fazla şeyler yapıyoruz bu da aidiyet duygumuzdan ileri geliyor. O anlamda hedefi tutturduk diyebiliriz. Burada yapılan her faaliyet bir derde derman olur gibi gözüküyor.
“İHRAÇ SORUŞTURMALARI ÇOK ADİLDİ”
İsrail’de gözaltına alınan Cemil Hoca için oldukça seferber olmuştunuz. Okuldan FETÖ nedeniyle ayrılan hocalara karşı neler hissettiniz, okula zararları neler oldu, üniversite bünyesinde aldığınız bir takım tedbirler oldu mu?
15 Temmuz ihaneti ile ilgili devletin koyduğu kurallar çerçevesinde son derece adil ve titiz bir soruşturma sürecinden geçildi. Kıdemli hocalardan kurduğumuz bir soruşturma komisyonu ile birlikte şüpheliler idari soruşturmadan geçirildi, olabildiği kadar adil sonuçlar çerçevesinde ihraçlar gerçekleşti. Bunun da kriterlerini devletimiz koymuştu. Bu olaylardan dolayı iki türlü bir zararı olabilirdi, bir yetişmiş insan gücü konusunda bir zafiyet yaşanabilirdi, İkincisi de bu ihraç edilen insanların doğrudan üniversiteye muhalif tavırları, baltalama faaliyetleri olabilirdi. Dışarıda dedikodular yapılıyor olabilir ama bu ikinci dediğim olmadı. Birinci söylediğim elbette yetişmiş belli sayıda insan ihraç edilince, İnsan kaynağı zafiyetin den dolayı eğitim kaybı olabilir diye düşünülür. Ama biz 3 yıllık sürecimizde şöyle bir şansa sahip olduk, Üniversite kuruluş döneminde olduğu için bol miktarda kadro alabildik. Arkamdaki dolapta 500’den fazla cv olan bir cv klasörü var. Çok kalifiye hocaları istediğimiz kadar alabildik,bu açık olabilecek durumu hemen kapattık bir sıkıntı olmadı çok şükür.
“FETÖCÜLERİN ELİNDEN İMZA YETKİSİNİ ALDIK”
Bir de askeri hiyerarşide komutanlar, içeri sızan ihanet şebekesinden kendilerini sorumlu tutmuştu, siz farkındalığınız açısından neler hissettiniz?
Ben göreve geldiğimde 2014'ün sonu 2015'in başı idi.Hem 7 Şubat hem 17/25 Aralık krizi geçirilmişti. Dolayısıyla saflar ayrılmaya, taraflar belli olmaya başlamıştı. Fakat kanun müsait olmadığı için, OHAL ve KHK’lar olmadığı için yapılabilecek bir şey yoktu, yoksa fark etmemek mümkün değil herkes görülebiliyordu zaten. Üniversitelerde öğretim üyeleri kadroları çakılı kadrolardır, bir kere girdiniz mi, sizi kimse yerinizden alamaz. Biz 15 Temmuz olana kadarki bir buçuk yıl, daha sonra ihraç edilen hocalarla birlikte çalışmak zorunda kaldık. OHAL öncesinde yapabildiğimiz şuydu, çok tarafgir (devletin ilkelerine muhali hocaların) olduğunu düşündüğümüz hocaların sadece öğretim üyesi olmasını sağladık, imza yetkilerini ellerinden aldık.
“TABİPLER BİRLİĞİNDEN ‘TÜRK’ İSMİ ALINIRSA BÜTÜN SALTANATLARI BİTER”
Tarafgirlik deyince… Türk Tabipleri Birliğine de çok güzel bir gönderme yaptınız. Bildirilerine, "Vatanını seven gerçek hekimlerin, aklını ve ruhunu kiraya vermiş yönetiminin terör sevici yaygarasına" diye başlayan bir karşı bildiri ile cevap verdiniz. TTB'nin başındaki Türkiye ifadesinin çıkartılması?
Senato kararı alındı. 32 yıldır Türk Tabipler Birliği’nin ve İstanbul Tabip Odasının bir tek yaraya merhem olduğunu görmedim. Aidat alırlar, doktorların tümü adına konuşurlar, sürekli muhalefet yaparlar, bizim ne kadar yanlış bulduğumuz şey varsa onun yanında yer alırlar. PKK seviciliğinden tutunda eşcinsel özgürlüğünü savunmaya kadar. Aşırı feminizmi savunurlar vs.. Türk Tabipler Birliği’nin ve İstanbul Tabip Odası, Türkiye hekimlerinin doğru bir temsilcisi değil. Dolayısıyla biz bundan şikayetçi olduk. Bu tabip odalarına ne büyük yetkiler verişmiş, bir muayenehane açmak için üye olmak zorundasın. Başka mesleklerde böyle değil diye isyan etmişizdir. Hem “Türk” ismi alınırsa, hem de isteyen istediği tabip derneğini kurabilir hale gelirse, üye olma şartı da yoktur dense, bütün saltanatları biter.
"YEŞİLAY’DA BAYRAĞI YERE DÜŞÜRMEDİK”
Saltanat deyince aslında Yeşilay güzel bir saltanattı sizin için.. 98 yıllık gururumuz dediğiniz Yeşilayı, 2015 yılında Dr. Mücahit Öztürk'e bayrağı teslim ettiniz... Yeşilay için gözünüzü arkada bırakan bir hadise var mı?
Yok, asla yok. 98 yıl boyunca bize takaddüm eden dönemlerde onu koruyan, yok olmasını, yanlış yollara sapmasını engelleyen Atalarımızın mirasıydı. Fakat yine Cumhurbaşkanımızın destekleri ve ilgileri sayesinde hem Türkiye'de, hem de dünyanın gözünde daha da yüceldi. Geriye doğru gittiğimizde ilk değişim benden bir önceki döneme uzanır. Benden önceki dönem Av. Muharrem Balcı idi. Köhnemiş bir yapıdan çıkarttı. Sonra biz bayrağı devraldık. Ve desteklerle benim görevde kaldığım 3 yıl içerisinde, gönüllülerimizle bir şahlanma oldu. 40 yeşilayın oluşturduğu bir federasyonumuz da var Elhamdülillah.
“BAĞIMLILIK BİTMEZ”
Bayrak yere düşmedi ama bağımlılık noktası nereye getirildi. "Gençler nasihat ve yasak konusunda perhizli. Bağımlılık konusunun tek sahibi yok" diyordunuz.. Gün geçmiyor ki, bir tinerci ile başka birisinin hayatı tehlikeye girmiyor. Bağımlılığın ıslahı konusunda sizi tatmin eden bir noktada mıyız?
Bağımlılık konusunda tatmin edici bir noktada asla değiliz. Çünkü dünyada bir bağımlılık azalsa dünyayı idare eden güçler bir başka bağımlılığı piyasaya sürüyor.
“Sıkıntı yoksa sıkıntı vardır” diyerek yani..
Aynen öyle. Cep telefonları yeni bir bağımlılık şimdi. Belki yarın bilmediğimiz başka bağımlılıklar gelecek. Bundan 100 yıl önce ‘alışveriş bağımlılığı’ diye bir şey ortaya atılsa herkes gülerdi ama bugün gerçek. Yeme bağımlılığı var mesela bugün. 100 yıl önce yoktu. Çok yiyenler vardı ama bağımlılık, salgın gibi değildi. Bağımlılık bitmez. Burada önemli olan Devletin, yerel yönetimlerin, sivil toplumun, eğitim kurumları ve medyanın ortak düşmana karşı, aynı zaviyeden hareket ederek iş birliği yapmaları. Bağımlılık biter iddiası ütopik bir iddiadır. 20 yıl önce bu yapılmıyordu. Orada sigara ile savaşanlar derneği vardı, devletten habersiz, hiç bir dayanışma yok, yerel yönetimlerin umurunda olmaz onlar sadece yol yapar, Üniversitelerde o tarihte bu konu ile ilgili merkezler yok. Bugün özellikle bu iktidarın desteği sayesinde çok şey değişti. Sivil toplumun gücü de bunu etkiledi. Yeşilay'ın çok büyük bir katkısı var. Devlette, 7 bakanın katıldığı uyuşturucu ve bağımlılıkla mücadele üst kurulu var. Üniversitelerin birçoğunda bağımlılıkla mücadele araştırma merkezleri kuruldu. Yerel yönetimlerin hemen hepsi bağımlılık ile ilgili projeler yapıyorlar. Milli Eğitim uyandı, okullarda dersler veriliyor.
“BAĞIMLILIK BİR HALK SAĞLIĞI SORUNUDUR”
“BAĞIMLILIKLA MÜCADELE SİLAHLA EDİLMEZ”
Siz Milli Eğitim Bakanlığı ile anaokul düzeyinde protokoller imzalamıştınız, hatta Diyanet İşleri Başkanlığı ile de çalıştınız. Süleyman Soylu’nun okullarda uyuşturucu satıcısı ile karşılaşan polise verdiği yetki çok konuşulmuştu.. Silah, bağımlılıkla mücadelenin bir parçası olabilir mi?
Biz hep bunu söyledik bağımlılıkla özellikle uyuşturucu ile mücadele, bu son yıllara kadar hep bir adli mesele, güvenlik sorunu gibi algılanmış. Onun için “Ayağına sıkın” mantığı ile hareket edilmiş. Halbuki bağımlılık bir halk sağlığı sorunudur. Ve bağımlılıkla mücadele silahla edilmez. Eğitim, bilinçlendirme, farkındalık ve doğru projelerle mücadele edilir. İllegal bir şey yapıyorsa, kaçıyorsa polis onun ayağına da sıkar, başına da. Ama silah kullanarak uyuşturucu ile mücadele edilmez. Mücadele halk sağlığı yöntemleri ve sivil toplumun önerdiği yöntemlerle olur.
“SİNSİ KATİL SİGARA HALA BİR NUMARA”
Bağımlılık bitmez dediniz de.. İçlerinde sizin için en önemlisi sinsi katil dediğiniz sigara herhalde? Cumhurbaşkanımız da sigara konusunda çetin bir mücadele veriyor.. Ama en yakınındakileri bile ikna edemediğine dair şikayet ve örneklerini de kendisinden dinliyoruz. Hala sağlığımızı tehdit eden en büyük bağımlılık türü sigara mı yoksa Canan Karatay gibi şeker de şeker diyenlerden misiniz?
Şeker çok berbat bir şey. O da büyük bir tehdit ama yaygınlık olarak baktığımızda doğrudan doğruya ölüme götürme oranı olarak baktığımızda sigara, alkolden de, uyuşturucudan da, şekerden de, trafik kazasından da hepsinden fazla. Niye bu kadar fazla, çünkü sigaranın yaygınlığı çok fazla. Yoksa ben bir bilim adamıyım sigara uyuşturucudan daha tehlikelidir der miyim? Ama yaygınlık ve ölüm oranına baktığımızda maalesef böyle. Dolayısıyla sinsi katil sigara, hala bir numara olmaya devam ediyor.
“İDAMIN KALDIRILMASINA KARŞIYIM, KİMYASAL HADIMA TARAFIM”
Hükümet politikalarının sizin alanınıza girdiği bir diğer örneğe gelelim.. Cinsel istismar veya saldırı suçluları için ilaçla hadım edilmesi yasası, çözüme ne kadar yaklaştırır bizi? Sizce sapkınlığın odağı cinsel organ mı?
Çok tepki görecek bir cevap olabilir ama küçüklere cinsel saldırının idamla cezalandırılmasına razı olacak bir anlayışım var benim. Bir insan, bir kul, bir mümin, bir baba, bir kanaat önderi olarak, çekip silahı bir yetişkini öldürmekten bile daha ağır bir suç olduğu kanaatindeyim. Küçücük bir çocuğu cinsel istismara tabii tutmanın çok daha ağır olduğu kanaatindeyim. Böyle olduğu için, her ne kadar cinsel sapkınlığın merkezi cinsel organ olmasa da, sapkınlık beyindedir aslında fakat beynini hadım edemediğimiz için, En azından caydırıcı ve korkutucu olması bakımından cezanın ağırlaştırılması gerekiyor. Yani bir insanın beyni kendisini o sapkınlığa itse de, çaresiz bir kız çocuğunu samanlıkta, mahzende bulduğunda ona tecavüz etmeye itse de, bir an gözünün önünde bir dar ağacı, bir hadım edilme aleti veya 30 sene demir parmaklıklar arkasında hapis gibi bir heyula belirmeli. Çünkü biz bu sapık adamın beynini kolay kolay dönüştüremeyiz. Ama uygulanan ceza çok ağır olursa “caydırıcı” olur. Vaktiyle niye idam cezası veriliyordu ki, bence yine idam cezası verilmeli. Kaldırılmasına karşıyım, idam cezası caydırıcılıktan dolayı en ağır ceza, insan canını kaybetmek istemez. Şu anda cinsel istismar yapanları vurup öldürmeyeceğimize, asamayacağımıza göre, Hiç olmazsa o insanın beyni sapkın da olsa cinsel organı güçsüz kalacağı için, hadım edildiğinde bu rezilliği yapamayacak. Belki çocuğa yine eliyle, koluyla, diliyle, ağzıyla taciz yapacak ama tecavüz edemeyecek, beyni tam sapıklaşmamış ama nefsini durduramayan başka insanlar zevklenmek için, arkadaşıyla eğlenmek için bu rezilliği yapacak insanlar cezanın ağırlığından korkabilir. Ben, kimyasal hadıma taraftarım. Bu suçu işleyen cezasız kalmamalı. Şu anda cezası çok ağır değil, bari ömür boyu yapamasın, bu utançla yaşasın.
“HASTA MAHREMİYETİ EVRENSEL BİR HAK”
“HASTA MAHREMİYETİNDE BATI BİZDEN BİN KAT İYİ”
"Cinsel sağlıktan, mutlu aileye" isimli bir kitabınız var.. Belki her şey mutlu ailede bitiyor.. Hasta mahremiyetini de savunuyorsunuz. 'Mahremiyeti olmayanların aklına cinsellikten başka ne gelir?' diyenleri destekliyorsunuz. Bu ironinin ucu nereye dayanıyor...?
Bence bu tartışma çok sağlıklı, yerinde ve doğru. Belki konjonktür olarak iyi bir zamana denk gelmedi. Kadın ve çocuk istismarı ile aynı döneme geldi ama sonuçta bu yara bir şekilde deşilecekti. Birileri deşti, biz de destekledik, bu tartışmanın sonucu iyiye varır. Çünkü ülkemizde hasta mahremiyetine saygı gösterilmediğini hep gözlemliyordum. Belki bu konuyu daha önce gündeme getirmedim için benim de hatam var. Ama nereden dönülürse kardır bu tartışmanın başlamış olması çok iyi. Bu tartışma dini ve ideolojik bir tartışma değil, hasta mahremiyeti evrensel bir haktır. Ve hasta mahremiyeti Müslüman doğudan çok daha iyi olarak gayrimüslim batıda uygulanmaktadır. Hasta mahremiyetine bizden 1000 kat daha fazla saygı gösterilir, yoğun bakımında da, ameliyathanesinde de, muayenesinde de. O yüzden bu iyiye gider diye düşünüyorum.
ÇİFTLİK BANK OLAYI, KÖŞE DÖNÜCÜLÜK ZİHNİYETİNDEN KAYNAKLANIYOR”
Çitlik Bank dolandırıcılığı gündemde. Neden bu kadar çok kanıyoruz, çok saf olduğumuzdan mı, nefsimizin aşırı paraya tamah etmesinden mi?
Çok güzel söylediniz aslında siz. Bizim milletimizin bir saf tarafı vardır ama genel olarak Anadolu insanı ispat edilmiş bir kötülüğü yoksa, karşısındakinden kötülük beklemez. Bu tarafı itibariyle saflığı, kandırılmaya müsait. Son 10 yıllarda varlık imtihanı dedim ya, köşe dönücülük, kolay yoldan zenginlik yaygınlaştı. Saadet zincirleri türedi. Sizin aklınıza hiç Saadet zincirine katılıp milyoner olmak geldi mi, haram olduğu için yapmayacağınızı bilirim de, zihniyet ve mantık olarak bu saadet zincirinin akıllı bir iş olduğuna inandınız mı? İnanmadınız. Bizim köşe dönücülük zihniyetimiz kolay yoldan zengin olmaya itti. Çiftlik Bank gibi örneklerde de bu var. Sülün Osman, Anadolu’dan gelen saf insanlara Galata Köprüsünü satarmış. Kurnazlık, köşe dönücülük arzusu, nefsine hakim olamama, helal yoldan zorla para kazanmak yerine bu tuzağa düşüyoruz.
“AFRİN'DE KILIÇ İŞİ BİTİNCE KALEM İŞİ BAŞLAYACAK”
“AFRİN, 82. VİLAYETİMİZ OLMAYACAK”
“Kılıçla kazanılanın ancak kalem ile korunabileceği” ilkesini benimsediğinizi biliyorum. Afrin'e girişimiz ve çıkışımızı bu ilke ile anlatabilir misiniz?
Bizim Üniversitemiz bu konu ile ilgili bir senato kararı aldı, siz de okumuşsunuz. Afrin olayı, Ülkemizde çok az bir azınlığın dışında herkesin haklılığını teslim ettiği bir olay. Çünkü Afrin belli bir coğrafi bölgeye sahip olma özelliğinde olayı değil, öyle olsaydı bu kadar şehide değmezdi zaten. Afrin, güney ve doğu sınırlarımızdan tamamen kuşatarak, Büyük Ortadoğu projesinin bir parçası olarak, Ortadoğu'daki yeraltı ve yer üstü servetine sahip çıkmak isteyen dünya baronlarının bugün için uyguladıkları planlarını güncel bir parçası. Bunu fark eden iktidar sınırlarımızda bu hadisenin oldu bittiye getirilmemesi için bütün gücüyle, her türlü riskleri üstlendi. Eğer bu yapılmasaydı Afrin Harekatı yapılmasaydı doğu ve güneydoğu sınırlarımızın tamamı düşman ideolojinin eline geçecek ve bu düşman ideoloji (PKK ve benzerleri) kendileri bir devlet veya otorite olmadıkları için, batılı büyük güçlerin, dünyadaki üst aklın piyonu olarak ortadoğunun paylaşılmasına, sınırların yeniden çizilmesine, iktidarların el değiştirmesine vesile olacaktı. Bugüne kadar zaten hard veya soft olarak, eldiven kullanarak veya kullanmayarak, Ortadoğu’daki bir çok ülkeyi, Libya’sından Yemen’ine, Suudi Arabistan’ı yavaş yavaş dönüştürüldü. Diş geçiremedikleri, dönüştüremedikleri çok az sayıda ülke kaldı, orada Katar var, bu tarafta Türkiye ve İran var. O sınırlarda uydu devletler kurdurmak “Son kalan kaleleri” de düşürmek için yapılan planın parçasıydı. Üst aklın oyununu fark eden lider ve ordu buraya sahip çıktı. Ama hiç bir zaman Türk ordusu orayı ele geçirdikten sonra 82. vilayetimiz yapmayacak. Esed denen ş..sizin yurtlarından ettiği masum Suriyeli insanlara orayı emanet edecek, ondan sonra kılıç işi bitecek, kalem işi başlayacak. Ve orada eğitim, devlet otoritesi ve normal gündelik yaşam inşallah başlayacak.
SuperHaber