Eski defterleri açabilir miyiz?

Tam da eski zamanların şahane ozanı Bülent Ortaçgil’in “Eski Defterler” albümü çıktığı sırada.

Uluslararası alanda çok bilinen Daron Acemoğlu, Oksijen’in ilk sayısında “Dünya dört kutuplu olmalı” dedi.

Hem de dünyanın hiç kutuplu olduğu günlerde.

“Ulusların Düşüşü” kitabını okumasam gülüp geçerdim ama geçmedim.

Daron Hoca dört kutbu şöyle sıralamış;

-ABD

-AB

-Çin

-E 10 (Yükselen ekonomiler: Türkiye, Meksika, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Malezya, Güney Afrika)

Üç ülke eksik.

Rusya nerede bilmiyoruz.

Daron Hoca olmasa ciddiye almazdım, halâ da almıyorum.

Zira.

Hadi ABD içinde bulunduğu krizi aşar diyelim, ki aşar.

Hadi Çin zaten büyük bir güç, kendi başına bir kutup.

Da.

Neresinden tutsan dökülen Avrupa Birliği bir kutup olsa, kendi haberi olmaz.

“E10” ülkelerinden Endonezya ve Malezya, çok ilgimi çeken ASEAN birliğinin 10 ülkesinden ikisi zaten.

“ASEAN”, E10’dan daha anlamlı sanki.

Ben ekonomiden anlamam. Derdim bu değil.

Ama. Siyaset bilimi, sosyoloji, iletişim gibi temel sosyal bilimlerden dünyaya baktığımda ne dört kutbu, gördüğüm kutupsuzluk.

Daron Hoca gibi biri, eski defterlerdeki kavramlarla yeni defterlerin yazılamayacağını bilirdi halbuki.

Sorun da burada. Kutuplar olmadığı için dünya kendine bir sabitleme noktası arayışında.

Bir yere sabitlenmeyen tüm kütleler gibi, her hareketlenmede savrulmalar, sürüklenmeler yaşanıyor.

Savrulma ve sürüklenme, hem ülkelerin hem de bireylerin dünyasını sarsıyor.

Yeni teknolojiler ortalıkta kutup falan bırakmadı. Tam aksine her insan bir kutup gibi duruyor.

İnsanın ürettiği teknoloji, insanı çoktan ele geçirdi.

Kaygan, değişken, kırılgan, hareketli dünyada artık kutuplardan söz edemeyiz.

Biz en iyisi Bülent Ortaçgil’in “Eski Defterleri”ne geri dönelim.

Kimse eski yerinde, eski zamanda değilken.

Ortaçgil’in eski defterinde; “Olmalı mı, olmamalı mı?”, “Bu iş çok zor Yonca”, “Benimle oynar mısın?”, “Beni kategorize etme” var.

Madem zeminler kaygan, şarkılara tutunmak lazım.

 

NEDEN KAR AŞKINA DÜŞTÜK?

Günlerdir herkes herkese, “kar yağdı mı, yağacak mı” soruyordu.

Camlara yapışmış kar bekliyorduk.

Gece yatarken kar duası yapanlar vardı.

Kar düşünce sevindirik olduk.

Geçen yıl sadece benim üzerinde yuvarlandığım bahçedeki minik tepede, bu yıl bana yer kalmamıştı.

Geçen yıl, o kadar kar var neden çocuklar kardan adam yapmıyor ki diyordum, bu yıl her köşede bir kardan adam.

Kar sanki bizi gündelik yaşama karıştıracak bir beyaz atlı kahraman.

Bir güzel günler simgesi.

Bir tür yaşananlar ne olursa olsun, dört mevsim kendi düzeninde ilerliyor garantisi.

Karda sihir arıyor hepimiz.

Karın soğuğunu hissetmezsek yazdan bir şey anlamayız ki.

 

AİT OLDUĞUN YERDE ÖLMEK

Birisinden duymuştum, “insan köklerinin olduğu yere döndüğünde tarifsiz bir huzur hissediyor” diye.

Doğruydu.

İnsan hiç gitmediği, bilmediği yer de olsa anne ve babasının memleketine gittiğinde o huzuru hissediyor.

Tüm insanlık gibi göçebelikten geldikleri halde Türklerin “yurt” duygusu daha yoğun.

Cenaze hareketliliğinde ilk sıradayız.

En çok biz, dünyanın neresinde ölürsek ölelim, memlekette gömülmek istiyoruz.

Uçakların kargoları en çok bizim ülkemize tabut taşıyor.

Halbuki dünyanın kendisi koskocaman bir mezarlık.

ABD’de yaşayan halkbilimci İlhan Başgöz kanser tedavisi görüyormuş. Yaşı 98.

O da Türkiye’ye dönmek istemiş, belli ki uçağın kargosunda değil içerisinde gelmek istemiş.

Sağlık Bakanlığı ambulans uçakla İlhan hocayı Ankara’ya getirdi.

Son zamanlarda duyduğum en güzel haberdi.

Gittiğimiz yerden dönmeyi bilsek, kargolarla gelmezdik.

 

AKIL GİTTİ, GÖZ GELDİ

Sanırım bin kez söyledim, yazdım: Göz, beynin yerini aldı.

Mankenlerden biri, deprem enkazı üzerinde poz vermiş. Güya farkındalık yaratacakmış.

Desen ki, iki üç tane de ceset serelim ayaklarının altına, “hayır” demezdi, çarpıcı olur farkındalık artar diye.

Soma faciasında evlere ateş düştüğü hafta, İstanbul’daki defilede de mankenler yüzlerine kömür sürerek çıkmışlardı.

Dalga geçer gibi. Çok utanmıştım o gün insanlığımdan.

67 yaşındaki Meryem Hanım da, estetik operasyonlarla genç bir görünüme sahip oldu diye medyadan düşmedi.

Estetik operasyon öncesi aynaya bakamıyormuş da şimdi bakabiliyormuş.

Kimse ona aynayla ilişkinin görüntüsüyle değil, kendini sevip sevmemesiyle ilgili olduğunu anlatmamış.

Görmek düşünmenin yerini alınca durum bu.

Hangi medyayı açsan estetik operasyon güzellemesi.

Nerden bakarsan mutsuzluğun ticarete dökülmesi anlayacağınız.

 

BENCE

Bir, Oksijen gazetesinin çıkması güzel oldu. Hafta sonu için de olsa, yeni bir gazete, yeni bir soluk demek. İşsiz gazetecilere iş demek.

Tek sorun hafta sonu gazetesinin sadece cuma günleri satılması. Hafta sonu da satılabilmeli.

İki, hamsi avlama yasağının 10 gün daha uzatılması iyi oldu. Kararı Tarım ve Orman Bakanlığı aldı.

Hiç ama hiç anlamadığım şey, üç yanı denizlerle çevrili ülkemde neden Deniz Bakanlığı’nın olmadığı. Şart bence.

Üç, sıvı yağ, mevsiminde portakal, yumurta, kestanedeki akılalmaz pahalılığın soruşturulması gerekiyor.

Bu işte bir fırsatçılık ve denetimsizlik var. Kesin.

Dört, akademi, akademisyenin namusudur. YÖK Başkanı Yekta Saraç, “para karşılığı öğrenciye tez yazan akademisyenlerin görevden uzaklaştırılacağını, yazdıranın da ünvanının alınacağını” söylemesi iyi ama hapis cezası da olmalı.

Beş, Esra Erol’un Günaydın’a verdiği röportajda “Doğallık en büyük servet” demesi güzeldi.

İnsanın en büyük serüveni, kendi doğallığını bulmak için çıktığı yoldur.

Altı, Mesut Özil’in Fenerbahçe’ye gelmesi taraftar için iyi oldu. Kendisi ve takım için pek emin değilim.

Türkiye futbol ortamı zehirli bir ortam. Spor federasyonlarından spor medyasına kadar.

Oyuncu ne kadar büyük olursa olsun, geldiği ortamdakilerle dünyaya aynı yerden bakmıyorsa işi zor. Ne büyükler gördük umutla gelip sessizce giden.

Yedi, Koç Holding’in Mesut Özil transferi üzerinden Fenerbahçe’nin iç işlerine karıştırılması, Holding’in marka değeri açısından risklidir, not edeyim.

Sekiz, futbolda “VAR” sistemine kim itiraz ediyorsa doğru yapıyor. Bu kadar futbolun doğasına aykırı bir sistem olamaz.

 

AKLIMDA KALAN

Kolonya kokusu: Eyüp Sabri Tuncer reklama başladı. Kolonyanın başrol oynadığı bir yılın sonunda nihayet akıllarına gelebilmiş demek ki. Reklamlarını sevmedim, markanın değerinin çok altında olmuş. Bu bağlamda bir şey daha demeliyim, kolonyayı başka esanslarla buluşturma işini de hiç sevmiyorum. Tuhaf kokularda kolonyalar çıkıyor karşımıza. Kolonya, limon kolonyasıdır. Olsa olsa tütün kolonyası. Markalaşmada derinleşmek yerine çeşitlenmeye gitmek markayı güçlendirir sananlar yanılıyor.

Diğer Yazıları