Eski İstanbul’dan hatırda kalanlar
Boğaz'ın güney ucunda yer alan İstanbul, gerek dün gerekse bugün, dünyadaki şehirler içinde en iyi konumuna sahip olanıdır.
Avrupa ve Anadolu kıtaları üzerine kurulmuş olan şehir geçen asırda günümüzdeki kadar büyümüş değildi. Şehrin Avrupa yakası iki parçadan, İstanbul ve Pera’dan oluşmaktaydı. Diğer bölümü ise Asya'da bulunmakta ve koynunda Üsküdar’ı barındırmaktaydı.
Şehrin hemen hemen her tepesi adeta beyaz mermer veya taştan yapılmış binalarla taçlandırılmıştı. Bunların birçoğu ise kubbe ve minarelerle süslü camileri omuzlarında taşımaktaydı.
Minareler, ışık huzmeleri gibi mavi gökyüzüne yükselen uzun ve ince burçlar gibiydi. Bazı camilerin dört, bazılarının ise altı minaresi vardı. Camiden camiye minare adedi tabii ki farklıydı.
Daha eski zamanlarda adına Konstantinapol denen, müjdelenmiş Kutlu Fetih'ten sonra Dersaadet diye nitelenen, sonrasında ise devlete Payitaht olarak seçilen İstanbul’un Üsküdar semti civar muhitlerde yaşayan iyi kalpli Müslümanların ölünce defnedilmeyi arzuladıkları bir yerdi.
İstanbul; iki kıtaya uzanan şehrin bu tarihlerde sadece muhitlerinden biriydi. Resmi binalar, pazarlar ve en güzel camiler bu semtteydi. Pera ise diplomatik temsilciliklerin olduğu, otellerin bulunduğu ve yeme içmenin hazzına tam anlamı ile doyulduğu bir semtti.
Pera’yı tamamlar mahiyetteki Galata ise birçok ticari firmanın ve Levantenlerin merkezî mahalliydi.
Haliç’in kuzey ucunda ve kıyısında yer alan Eyüp güneşin her gün sükûn içerisinde üzerine doğup battığı kenar bir semtti. Bu semtin kendi içinde başka bir güneş daha vardı ve Eyüp’ten bütün İstanbul’a her daim nurani ışıklar saçmaktaydı.
Eyüp’ün camilerine gayrimüslimler giremezdi. Eyüp aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in Konya Çelebisi eliyle, içinde tarihin türlü türlü hikâyelerini barındıran Osman Beyin kılıcını kuşandığı bir yerin adıydı.
Bir zamanlar Türkler İstanbul’da, Avrupalılar ise Galata ve Pera’da yaşarlardı. Üsküdar’ın ise diğerlerinden çok daha farklı bir konumu vardı.
İstanbul’da geniş coğrafi sınırlara sahip olan Fener, genel itibariyle Rumların yaşadığı bir bölgeydi. Fener aynı zamanda koynunda hayata gözlerini açan ama sonraki zamanlarda oldukça mübalağalı şöhretlere ulaşan birçok kimsenin diyarıydı.
Samatya ve yarı kırmızı yarı siyah balığı ile meşhur bir manastırın da bulunduğu Balıklı civarı yine Rumların ikametgâhları halindeydi. Galata gibi orada da Rum nüfusu günden güne giderek artmaktaydı.
Fener’in hemen yanında Balat vardı ve Fener esasen Karay Yahudilerinin yerleştiği yerin adıydı. Fakir ve hakir bir halleri vardı.
Kumkapı’da Ermeniler vardı.
Tophane’de ise Türkler çoğunluktaydı.
Pera dâhilinde kalan Taksim zengin daha ziyade bir Ermeni muhitiydi. Cihangir’de ise Türkler yerleşikti.
Pera’nın aşağısında kalan ovada kurulmuş olan Kasımpaşa’da ise her milletten düşkün fertler ve aileler ikamet etmekteydi.
Kasımpaşa’da ayrıca oldukça büyük bir mezarlık bulunmaktaydı.
Balat ve Fener’e ilaveten Talmut müntesibi varoş Yahudileri, bir hayli geniş olan mezarlığın ötesinde, şehrin bu tarafında da ikamet ederlerdi.
Kozmopolit yapısı ile Dersaadet’in nüfusu yarı Türk yarı Rum’du. Türkler İstanbul nüfusunun ancak yarısını oluşturmaktaydı. Daha fazla olan diğer yarısını ise Rumlar ile Ermeniler teşkil etmekteydi. Yahudiler ile Avrupalı sakinler de dikkate alındığında şehirde gayrimüslim sayısı Türklerden biraz daha fazla gözükmekteydi. Sayısal üstünlük gayrimüslimlerin olsa da nüfusun temel unsurunu Türkler ve Rumlar teşkil etmektelerdi. Şehirde ayrıca, bazıları Asya'dan gelen, bazıları ise Avrupa'dan gönderilen tüm olası uluslardan teşekkül etmiş bulunan gruplar mevcuttu. Şehir mevcut nüfus yapısı ile adeta tam bir milletler cemiyeti yahut milliyetler mozaiğiydi. Son derece önemli olan hakikat ise sözü edilen bütün bu uluslar birbirleri ile yan yana olup aynı şehirde birlikte yaşam sürmüşlerse de aralarında aşılması oldukça zor din, dil ve kültür farklılıkları vardı. Her bir ulus yekdiğerini küçük görmekte ve bir birlerine karşı meydan okumakta hiçbir surette geri kalmayı arzulamamaktaydı.