Feqiyê Teyran’ı Değerli Kılan Nedir?
Asıl ismi Muhammet olan Feqiyê Teyran 1549’da Van Bahçesaray’ın Werezüz mezrasında dünyaya gelir. O dönemde adı Müküs olan yerleşim, ağaçsız dağ sıraları arasındaki kıvrımlı arazilere kurulmuş, mahalle ve mezralardan oluşan bir köydür. Yirmi bine yakın nüfusu olduğu sanılmaktadır.
Feqi’nin tarım ve hayvancılıkla geçinen, Kürt- Ermeni karışımı toplumda; barışçıl bir iklime büyüdüğü aktarılmakla beraber, Müküs’te, Kur’an, Kıraat, Sarf, Nahiv, Hikmet, Kelam, Tefsir, Hadis Usulü, Tarih, Coğrafya, Edebiyat, Matematik, Geometri, Astronomi ve Kimya gibi dalların da okutulduğu, Mir Hasan-ı Veli Medrese’sinde öğrenim gördüğü; oradaki ilim sayfasının dolduğu gençliğinde ise Cizre’de bulunan başka bir medreseye intisap ettiği kaydedilir.
Tarihsel şartlarda, Anadolu’nun ıssız bir ucundan- daha çocukken- çıkıp medrese eğitimine gitmek, yıllar sürecek duygusal zorlukların yanı sıra, ailenin bir çalışanından yoksun kalmasına yol açmakla da fedakârlık istemiştir. Ancak öğrencilerin kişisel masrafları genellikle medrese vakfiyeleri veya yöre büyükleri tarafından karşılandığından olmalı ki mağduriyetin parasal boyutu ile ilgili sözlü veya yazılı aktarımlara rastlamıyoruz.
Feqi hakkındaki ilk belirgin düşüncem, ümmi (okuma yazma bilmeyen) olmasına karşın, hayatın anlamı ile ilgili sayısız renk sergileyen, yaşlı bir kadından dinlediklerimle gelişmiştir.
Hikâyesindeki Feqi, Cizre medresesinde okuyan, iyi huyundan dolayı hocaların sevgisine mazhar olmuş, başarılı bir talebedir. Fakat medrese Şeyh’inin biricik kızına karşı içinde uyanan sevgiye engel olamamıştır. Bu hisleri arkadaşlarınca fark edildiğinde, kendisine karşı tertiplenen oyun yaşamındaki en büyük kırılmaya yol açar.
Sıcak bir yaz günü, okulun iç avlusunda halkalanan öğrencilerden biri (önceden planlanmış olduğu üzere) altında oturdukları elma ağacından yemenin serinlik vereceğini söyler. Diğerlerince desteklenen bu fikir sonucu, Şeyh’in de müsaadesi ile Feqi dal silkmesi için ağaca çıkarılır. Öte yandan, aşağıdaki oyuncular önceden boşalttıkları sebilden şeyhe su ikram etmeye kalkınca kabın boş olduğu da görülür ve beklendiği üzere, Efendi hazretleri içeri seslenip su ister.
Tam da ağaçtaki gencin ince bir dala sürüldüğü an, ara kapı tıkırdayarak açılır… Hocanın kızı, narin ellerindeki su testisini içeri uzatır.
Feqi’nin gözü ani bir refleksle kapıya iliştiğinde ise istenen olur ve genç, dengesi bozularak ağaçtan düşer. Şeyh’in gözü önünde gerçekleşen durum, onu büyük bir utanca boğmuştur.
Hislerinin ortaya serildiği düşüncesi ile Şeyh’ine karşı duyduğu mahcubiyet altında ezilir. O perişanlıkla medreseden gizlice ayrılıp köyüne döner.
Yılarca dağ bayır gezerek teselli arar. İbadet ve dua ile Rabbine sığınır.
“Dinmeyen derdini kurttan, kuştan başkasına dökmez.”
“Ardından, Yüce Allah’tan kendisine kuşlarla konuşabilme yeteneği bahşedilir.” Bu nedenle ona “Feqiyê Teyran” yani “Kuşların Öğrencisi” denir. Feqi Ölünceye dek onlarla söyleşir, halleşir. Mevt döşeği gerildiğinde, sürülerce kuş evinin çevresindeki ağaçlara tüner ve çığlık çığlığa ötüşür durur. Her yanı bir yas havası; bir keder kaplamıştır.
Defnedildikten sonra da kanatlı dostlarınca yalnız bırakılmaz. Her gece kabristan ve çevresindeki koruluğa konup beklerler. Fakat orada yatana hürmeten, asla tek bir yaprağı bile kirletmezler.
Şairin bu hikâyedeki profilini, şiirleri ile birleştirdiğimde, gördüğüm şey, zamanın ruhunu okumuş değerli bir mütefekkir veya söz nakkaşından çok daha fazlası.
Dört etrafı dağlarla kaplı izbe bir vadide, sıradan bir ailede dünyaya gelip, pek az kimseye nasip olan medrese öğrenimi görmek… Akıl kadar, ruhun gelişimine de önem veren tasavvufi çizgide ilerleyip yaradılış ve dünyanın sırları önündeki perdeyi aralamak; tüm bunları yaparken de sinesinde gönül taşıyan bir insan olarak aşkı duymak, hissetmek, anlamak ve en önemlisi de korumak gibi kutlu bir tavrı kendi kıyametine dek sürdürmek!
Kolay değildir tabi; kalbinden taşanı dilinde mühürlemek her kişiye kâr olur mu?
Feqi, adımlarının tanıdığı arzda dolaşarak uzun uzun tefekküre dalar. Ve durmadan söyler, beyitler boyu dizer kelimelerini.
Gâh taşkın dalgaları üst üste binerek akan Müküs Çayı’nı kendine benzeterek ona seslenir:
“Ey av u av ey av u av!
Ma tu bı ışq u mıhbeti?
Mewc u pelan davêy bılav
Bê sekne u bê reheti.
Ey su ve su, ey su ve su!
Aşk ve muhabbet mi besliyorsun?
Kıyıya dalga üstüne dalga atıyorsun
Sükûnetsiz rahatsızsın
…
Dıgeri dı nêv piredınê
Qet na nıvi nasekıni
Reh şubhetê qelbêmıni
Jı mihnetan u zehmetê
Yaşlı dünyada dolaşıyorsun
Hiç yatmıyor durmuyorsun
Kalbimin bir benzerisin
Mihnetler ve zahmet içre
…
Gâh “Şeyh Sen’an” hikâyesini beyitlerine dökerek, yürek yangınının itibarlı, abid bir insanı ne hâle getirebildiğini, kâğıda ince ince döker. Ve türlü yollarda, gönül yarasıyla sürünen Şeyh Sen’an’ı tövbe kapısına kaldırır… Hemen ardından da sevdiği ile yan yana , diğer dünyada tamamlanacak dingin bir yolculuğa başlatır. Konuyu akıttığı üç yüz atmış iki dörtlükten oluşan kelamını şöyle bitirir Faqi: Mıksi jı Işqê sotiye
Ev qewl bı Şêx ve notiye
Halê xwe têda gutiye
Jı “Xeyn” u “lam”u hıcretê
…
Müküslü aşktan yanmıştır
Bu sözleri Şeyh’e atfetmiştir
Halini onda anlatmıştır
Hicretten “X” ve “L” geçince
…
Feqi’nin şiirinde, canlılığının fevkinde olunan tabiatın dinlenip gözlenmesi, varlıkların kişileştirilip konuşturulması, kadim hikâyelerin tekrar söze alınıp sade bir yordamla hevenklenmesi de dâhil, tüm çabasının onu tek bir noktaya getirdiği görülüyor.
İnsanın insana karşı hissettiği aşkın muhabbetin, yaratana yönelecek ve daha geniş bir âlemin kapılarını açacak ilahi aşkın başlangıcı olduğu noktası.
“Mabut birdir iki olmaz” der. Ve nefis taşıyan her insanda olabileceği gibi, coşan, şaha kalkan, konduğu yüreği acıtan, ezen duygularına, onu var eden kudretin ayetleri ile ilaçlar yapar, dermanlar sürer… Nihayet, sabırla teskin etmeyi başarır, kalbinin kaynayaduran volkanını.
Şiirinin orjinaline varınca, onunla beraber çay kenarına oturduğunu; sözlerinin, savrulan damlalarla yüzüne serpildiğini hissediyor insan. Dağ yamaçlarındaki rüzgârın serinliği ve kuş şakımalarında gelen teselli nağmelerini adeta duyumsuyor!
O müstesna zâtı üst değere taşıyan en önemli özellik nedir diye sorulsa, buna hiç tereddütsüz “edep”tir diye cevap veririm.
Çünkü, Büyük Çay’ın dalgalarında gizlenen heyecan ve bağlarından azat olmak isteyen sevda, tam da onun sinesinde akmaktadır. Bunun yarattığı baskıda kendini, beşerden “insan” oluşa yükseltecek özellikler için, bir ömür boyu “özü” ile çarpışmış ve maşukun ismini dahi zikretmeden âşık olmayı bilmiştir. Yetmedi; yaşadıklarının edebi destanını da inci inci dizmiştir zamana.
O, Anadolu topraklarında gezinmiş sayısız hazretten sadece biri olsa da “aşk”ın “hakkâki”si olmakla bambaşka bir yol çizmiş; edep örgüsü ile varlık göstermiştir.
1631 yılındaki vefatından bugüne geçen süre içinde, Müküs Çayı Faqi’nin kelimelerini, bilen gönüllere duyura duyura, akar durur. Ve ıssız dağ köyündeki mezarı başında dikelmiş ağaçlar, dalları kirletmekten imtina eden kuş sürüleriyle her gece eğilip sözlerine şahitlik eder.