Gerçeklerin Ters Yüz Edilmesi
Milli Mücadele’nin sonları ile zafer sonrası zamanlarda Sultan Vahdeddin ile Mustafa Kemal’in birbirlerine karşı kullanmış oldukları dil, başta Nutuk olmak üzere, muhtelif kaynaklarda yer almaktadır. Ve kullanılan dil ve üslup gönül alıcı değil, bilakis gönül kırıcıdır. Bu durum her iki taraf için de geçerlidir.
Hal böyle olmakla birlikte bazı yazarlar Sultan Vahdeddin ile Mustafa Kemal’in sonraki yıllarda birbirlerine, sıcak denemese de, takdirkâr bir yaklaşım sergilediklerinden bahsetmişlerdir. Sultan Vahdeddin’e atfen, onun Mustafa Kemal için göstermiş olduğu ve değişik kaynaklarda yaygın bir şekilde ifade edilen takdirkâr yaklaşımlardan birisi şöyledir:
Villa Manolya’da bir sabah, Şahbaba’nın Mustafa Kemal’e bakışını ve kanaatini tam olarak gösteren bir marş hadisesi yaşandı...
Hadisenin kahramanı Hümeyra Hanımsultan, o sabah yaşananları seneler sonra şöyle anlatacaktı:
...Biz daha memleketten çıkmadan önce, Refet Paşa İstanbul’a gelmişti. Her tarafta bayram yapılıyordu. Bu günlerde ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa’ diye bir marş söyleniyordu. Ben de dayımla beraber (Sultan Vahdeddin’in oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi’yle) bu marşı ezberlemiştim. Dışarı gitmemize kadar hep söylerdik. Bir gün Villa Manolya’da Şahbabamın penceresi altında dayımla oynarken yine bu marşı söylüyorduk. Kalfalardan biri geldi, ‘Aman cicim, Şahbabanızı kızdırmak mı istiyorsunuz? Sakın böyle ‘yaşa’ demeyin. Hiç ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa’ olur mu? ‘Kahrolsun’ diye söyleyin. Yoksa Şahbabanız kızar’ dedi. Çocukluk işte... İnandık, öyle söylemeye başladık. Birden, Şahbabamın üst kattaki dairesinin penceresi açıldı. Dışarıya sarkarak ‘Çabuk buraya gelin!’ diye bağırdı. Çok kızgındı. Onu ilk defa böyle görüyordum. Bizi her zaman çağırıp konuşan, şeker falan veren Şahbabamızın yerinde sanki bir başkası vardı. Dayımla beraber korka korka yukarı çıktık.
Şahbabamın ciğerlerinden biri yoktu. Ama üst üste sigara içer, birini söndürmeden ötekini yakardı. Kehribar bir ağızlığı vardı. Masasının üzerinde hep büyük bir ‘Regie Turc’ sigarası paketi durur, içtiği sigaraların küllerini Bergama işi, su dolu bir kâseye atardı. Odasına girdiğimizde rengi kıpkırmızıydı. Hiç kimseye yüksek sesle söz söylemeyen Şahbabamı ilk defa böyle hiddetli görüyordum, izmariti su dolu kaba attı. ‘Cızzz’ diye çıkan sesi aradan 60 seneden fazla geçmesine rağmen hâlâ unutamam.
Bize; ‘Bu marşın sözlerini kim değiştirdi?’ diye sordu. Dayımla titreye titreye olanları anlattık. ‘Cahil Kalfa!’ dedi. Elleriyle göstererek ‘Bana bakın! Bir daha böyle bir şey söylediğini işitirsem ağzınızı tutar, kulaklarınıza kadar ayırırım. Mustafa Kemal bir Türk askeridir. Türk Paşasıdır. Benim paşamdır. Hiçbir Türk askerine hakaret edilmesine izin vermem.’
Yine Sultan Vahdeddin’in ablası Mediha Sultan’ın torunu Fethi Sami Baltalimanlı’dan naklen, onun da kuzeni olan ve o sırada Gazi’nin sofrasında bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e atfen söylemiş olduğu belirtilen Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin hakkındaki şu takdirkâr sözleri dile getirilir:
Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Suat Beyin; ‘Vahdeddin’in aniden vefat ettiği şimdi haber alınmıştır’ yazan telgrafı Ankara’ya geldiği sırada Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, Adana’daydı…
Telgraf hemen Adana’ya ulaştırıldı…
Reisicumhur dostlarıyla yemeğe oturmuştu… Haberi işitince:
‘Çok namuslu bir adam öldü’ dedi…
‘İsteseydi Topkapı’nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki…’
Nakiller ve rivayetler işte böyle. Ancak her nedense her iki takdirkârlık ifade eden sözün kaynağı da hanedan üyelerinden birileri olmuş yahut hanedan ile akrabalık bağı içerisinde olan birisine ait bulunmuştur. Birinci rivayetin sahibi Hümeyra Hanımsultan’dır.
Hümeyra Sultan, Sultan Vahdeddin’in torunudur. Annesi Vahdeddin’in kızı Ulviye Sultan, babası ise son Osmanlı Sadrazamı Kırımlı Ahmet Tevfik Paşanın oğlu İsmail Hakkı Okday’dır.
Hümeyra Sultan 1924 Mart’ında daha yedi yaşında iken sürgüne giden hanedan üyeleri arasında yer almıştı. Babası İsmail Hakkı Bey Milli Mücadele’ye katılmıştı. Babasının Milli Mücadele’deki hizmetlerinden ötürü Hümeyra Sultan 15 Şubat 1937’de Atatürk’ün talimatıyla kendisine verilen diplomatik pasaportla sürgün hayatından kurtulma şansını elde etmişti. Diğer bir ifade ile Hümeyra Sultan Atatürk’ün verdiği özel izinle Türkiye’ye girebilen sürgündeki ilk ve tek hanedan mensubu olmuştu.
İkinci rivayetin sahibi ise Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Sultan Abdülmecid’in kızı Mediha Sultan’ın torunu (Samipaşazede Ahmet Necip Paşa’dan olan oğlu Abdurrahman Sami’nin son oğlu) Fethi Sami Baltalimanlı ise bu bilgiyi kuzeni olan ve Sultan Vahdeddin’in ölüm haberinin geldiği sırada Gazi’nin sofrasında bulunduğunu belirtmiş bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver’den nakletmiştir.
İki ismi uzlaştırmaya yönelik bu tür yaklaşımlar kulağa hoş gelip hisleri okşayıcı olmakla birlikte, mevcut belgelere dayalı yazılı ifadelere ters düşmesi yanında eşyanın tabiatına da aykırı bir haldedir.
Sultan Vahdeddin’in, kendisini mutlak surette (irsen ve istihkâken) hakkı olduğuna inandığı taç ve tahtından ederek, vatansız bir şekilde ıstıraplarla dolu bir hayat sürmeye mahkûm etmiş birisi için, bu kişi Mustafa Kemal Paşa da olsa, o kimseye karşı yukarıdaki şekilde bir yaklaşım sergilemiş olması doğrusu hiç de inandırıcı gözükmemektedir. Bir taraftan etrafındakilere yukarıda bahsedilen şekilde uyarılarda bulunarak ‘paşasına’ laf kondurtmamaya çalışmış olması, diğer taraftan ise onun için en galiz kelimelerle en ağza gelinmedik nitelemelerde bulunması birbiriyle çelişik şeylerdir. Bu nedenledir ki Sultan Vahdeddin ve Mustafa Kemal’e atfen yukarıda bahis konusu edilen türden ifade ve anlatımları, gerçekleri yansıtan hatıralar olmaktan ziyade, klasik hamasi yaklaşımların birer devamı olarak değerlendirmek gerekir.
Ülkesine geri dönmeyi ümit eden bir hükümdarın, siyasî manevralara başvurmaktan uzak durarak uzlet hayatına çekilip kendi halinde yaşamasını, taç ve tahtını elinden alanları hayır dua ile anmasını, hayır dua etmese bile onlara karşı hüsn-i niyet beslemesini ummak fazla iyi niyetli olmak demektir.
Samimi bir inanmışlıkla birbiri ile ideolojik bir çatışma içerisine girmiş birey yahut grupların sonraki dönemlerde, hele hele bu sonraki dönemlerde köklü değişiklikler ve vahim mağduriyetlerin yaşanması söz konusu olmuşsa, tarafların birbirlerini toleransla karşılamalarının düşünülmesi oldukça zayıf bir ihtimaldir. Ayrıca Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin aleyhinde dile getirmiş olduğu 1927 yılındaki değerlendirmesini, yani Sultan Vahdeddin’in ölümünden yaklaşık bir yıl kadar sonra ve Meclis kürsüsünde ifade edilmiş olduğunu da unutmamak gerekir. Mustafa Kemal, söz konusu değerlendirmesinde, Sultan Vahdeddin’i ölmüş olmasına rağmen nefret, hiddet ve şiddetle anmıştır.
Bütün bunların ötesinde, başta Sultan Vahdeddin ve Halife Abdülmecid Efendi olmak üzere, hanedan üyelerinin attıkları her adımın, kimlerle neleri nerede ve ne şekilde konuştuklarının yakından izlendiği, hanedan üyelerinin vatanlarına dönüşlerine ancak 1950 ve 1970’li yıllarda müsaade edildiği bir ülkede, yukarıda söz konusu edilen türden bir aktarım, yakıştırma yahut yaklaşımların doğruluğu pek mümkün gözükmemektedir.
Eğer Sultan Vahdeddin’in için bir büyüklük aranacaksa belki bu büyüklüğü onun herhangi bir şahıs, kurum yahut herhangi bir devletin gizli emellerine alet olmamasında ve ülkesi aleyhinde tek bir söz etmemiş bulunmasında aramak daha isabetli olacaktır. Fakat söz konusu bu durum sadece Sultan Vahdeddin’e mahsus olmayıp, İngiliz siyasilerinin de itiraf ettiği üzere, hanedan üyelerinin hepsi için geçerlidir. Zira hanedan üyelerinin her biri yabancı ülkelerde büyük bir sefalet ve derin bir acı içerisinde yaşamış olmalarına rağmen aziz vatanları aleyhine olacak hiçbir söz söylememiş ve hiçbir davranışta bulunmamışlardı.