Gönlümüzü gözümüze kurban ettik
Yazının başlığı “Biz nerede yanlış yaptık?” olacaktı ve fakat fazla arabesk.
Yine de nerede yanlış yaptığımızın altı çizilmeli.
Sanayi Devriminin üçüncü aşamasını yanlış yorumladık.
20. Yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte üretim, iletişim, ulaşım teknolojilerindeki gelişmeyle yaşanan “üretim patlaması” savurdu bizi.
Gelişmiş ülkeler üretimi daha ileriye götürmek için uğraşırken, biz tüketime odaklandık.
Alex Joxe durumu şöyle açıklıyor: “Gelişmiş ülke, üretim artıklarını boca edeceği kendinden uzak ülkelere ihtiyaç duyar.
Onları bir tür tüketim havuzları haline getirir.”
İşte biz, o havuza hevesle atladık.
Gelişmeyi “daha çok tüketme” gibi algılayıp toplumsal değişime uyarlayamadık.
Bir tür “Doğan görünümlü Şahin” olduk.
İnsani değerleri eskiye ait, atıl sandık.
Ninelerinin kafasında yumurta kıran, yaşlılarını döven, çocuklarını örseleyen, kadınlarının ayakları altındaki cenneti çekip alan bir topluma dönüştük.
Sağcılarımız, yeni kavramları muhafazakâr tepkiyle, tartışmak yerine reddetti.
Solcularımız, kendi dünyalarında birbirleriyle hesap görür oldu.
Gelişmişlerin önümüze attıklarını alırken de aşırı paralar ödediğimiz, ne kadar aşırı para ödersek o kadar da böbürlendiğimiz tuhaf birilerine dönüştük.
Bu hafta “İstanbul Sözleşmesi”ni görüşecek AK Parti MYK’sı.
Tuhaflığa bakın ki, kafamızı yeni (ki çoğu eskidi) durumlara açmak yerine ortadan kaldırmaktan söz edebiliyoruz.
Bu ülkede kadınlar öldürülüyor.
Namus cinayeti süsü verilerek ya da bir erkeğe “hayır” dedikleri için.
Güya. Sözleşme “aile”yi korumuyormuş.
Dönüp evlerinizin içine baksanız, “aile”nin zaten tüketim pençeleri arasında can çekiştiğini görürsünüz.
Tüketmeye odaklanınca tüketilmeyecek şey kalmaz, buna aile dahil.
Tam da İstanbul Sözleşmesinin görüşüleceği bu hafta, “kadınlar öldürülmesin” çığlıkları arasında “şiddete hayır” çığlıkları kayboldu.
Bu nasıl bir karabasan?
Şiddeti bile tartışamıyoruz, öldürülmemek için çırpınma telaşımızdan.
İçerisine itildiğimiz “tüketim kuyusu”ndan uzanıp, insani değerlerin iplerini tutamadık ya, hepsi, beynimizle gönlümüzü, gözlerimize kurban verdiğimizden.
“İKTİDARA DA MUHALEFETE DE KARŞIYIM!”
Başlıktaki cümle Muharrem İnce’ye ait.
CHP tarafından Cumhurbaşkanlığı adayı yapılıp, partisinin üzerinde oy alan, mükâfat olarak da kurultayda en arkaya, tuvalet kapılarına yakın oturtulan Muharrem İnce’ye.
“Yeni parti kuruyor” söylentilerinin üzerine aradım, “Hayırdır, öz hakiki CHP mi geliyor?”
Benzetmem otobüs firmasına benzediği için gülüp geçtik.
Öyle bir cümle söyledi ki, altını çizmek gerek:
“İktidara da, muhalefete de karşıyım!”
Bu cümle, nereye gideceğini bilemeyen, oy verdiği partiye kerhen oy verenlerin sloganı olabilir.
O hiçbir yere ait olmayanların damarını yakalar, bireysel değil akılsal, çıkarcı değil vefalı bir girişim başlatırsa ölü toprağı serili siyasetimizin hareketlenme olasılığı yükselir.
BİZ NEDEN BÖYLEYİZ?
Biz neden İstanbul Sözleşmesi’ndeki tartışmalı maddeleri (varsa) düzenleme talebinde bulunmak yerine, toptan çöpe atmaya hevesliyiz?
Biz neden parlamenter sistemdeki sorunları düzeltmek yerine toptan sistemi değiştiririz?
Biz neden kavak ağacı toz yapıyor diye ıslah etmek yerine kesmeyi seçeriz?
Biz neden her biri tarihe tanık, toplumsal hafıza sayılan eski binaları düzeltmek yerine yıkıp yerine rezidans türü çirkinlikler dikeriz?
Biz neden yıkmayı düzeltmekten çok seviyoruz?
Cevabı bulursak belki iyileşme yolumuz da açılır.
GUPSE ÖZAY’A ÇİRKİN DİYENLER
Gupse Özay, Barış Arduç’la evlenince “yakışıklıyla evlenen çirkin kız” muamelesi gördü ya.
“Sen ona layık değilsin” diyenlere, kimse “Peki sen bu kararı vermeye layık mısın?” diye sormadı.
O tipleri ben size tanımlayayım. Bunlar;
Bir, “Kadın kadının kurdudur” sözündeki kurtlardır.
İki, güzel kadınlar çirkin adamlarla evlenince ses etmeyen iki yüzlü tiplerdir.
Üç, Kanuni’nin büyük aşkı Hürrem’in gerçekten Meryem Uzerli olduğunu sananlardır.
Dört, büyük şair Orhan Veli’nin hiç de güzel olmayan büyük aşkı Nahit Hanıma “Hiç birine bağlanmadım/ Ona bağlandığım kadar/ Sade kadın değil insan/ Ne kibarlık budalası/ Ne malda mülkte gözü var/ Hür olsak der/ Eşit olsak der/ İnsanları sevmesini bilir/ Yaşamayı sevdiği kadar…” dizelerini zerre anlayacak kafaya sahip değillerdir.
Beş, Rahşan’a aşık Ecevit’i rimel markası, Sophia’ya aşkıyla dev romanlar yazan Tolstoy’u çanta markası sananlardır.
Altı, bu tipler mutsuz, yalnız, başarısız tiplerdir.
Yedi, süslenip püslenmekle ruhun doymayacağına zekâsı basmayanlardır.
BENCE
Bir, son dönemde piyasaya sürülen maskelerin kalitesi berbat, hava gözeneksiz ve “beni takma” diye bağıran türden.
İki, halk plajlarındaki kalabalığı afişe edip, lüks restoran ve plajlardaki kalabalıklara ses etmeyen medyamızı, bu seçkinci bakış açısı bitiriyor.
Üç, TikTok uygulamasını Çin’in istihbaratına bağlayıp yasaklamak isteyen Trump, Google’dan Facebook’a, Whatsapp’tan Twitter’a bir tek kendi istihbarat ağları kalsın istiyor.
Dört, Ahmet Hakan Hürriyet’in 12 sayfalık “Kitap Sanat” ekinin sayfalarını artırsa iyi olur. Zaten tiraj sayısı, o maliyeti sorun etmeyecek durumda.
Beş, gittikçe kalınlaşmamızın nedeni, inceltme işaretlerinden vazgeçmemizdir. İnadına “inceltme işareti” kullanmaya devam edenlerdenim. Tuba Büyüküstün’ün “Anlamlar kaybolmasın diye inceltme işaretlerine ihtiyacımız var” demesi önemliydi.
Altı, biri Prof. Dr. Mehmet Ceyhan Hocaya “Belki de bu kadar çok fikir belirtmeseniz daha fazla insan maske takacak” demeli.
Yedi, Erzurum havalimanına uçaklar için sinyal sistemi kurulmasına tören düzenlenmesi, o törene de Ulaştırma Bakanından Valiye, Belediye Başkanından milletvekillerine akın edilmesi epeyce düşündürücü hareket.
Sekiz, kendisine küsen sevgilisinin gönlünü 269 bin liralık saatle alan Hacı Sabancı’ya Allah acısın. Hediyeyle alınan gönülden ne köy olur ne kasaba.
Dokuz, İzmir metrosunda ayağındaki terliklerle kitap okurken fotoğrafı çekilip paylaşılan, dalga geçilen Ali Uçar, o terliksi hayvanları dava etse hayatı kurtulur. Yok iyi bir avukat? Ali’ye bir destek verseniz. İzinsiz görüntü paylaşılması suçtur.
On, yaşlılarına bakamayan bir devletin vicdanı sorunludur.
AKLIMDA KALAN
Mustafa Kemal’in büstüne çiçek bırakmanın “kabahat” sayılması: Kabahatler Kanunu’na göre Atatürk’e çiçek bırakanlara 392 TL ceza kesilince dedim ki acaba “kabahatler grubu” mu kursak? Her defasında tek kişi bu parayı ödeyemez ama grup bir araya gelir, aralarında para toplarsa her defasında biri gider çiçek bırakır, cezasını da topluca öderiz. Nasıl fikir?