HANGİ BAKAN GİTSİN, HANGİSİ KALSIN?
Özel yaşamım, ailem, dostlarım dışında kişilerle ilgili düşüncelerimi iş performansları belirler. Duygularım, siyasal duruşum konu dışıdır, bilen bilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kabinede ve parti yönetiminde değişimler olabilir” dediği günden beri medyamız “bakan toto” oynuyor. Onların “gitmesi muhtemel bakanlar listesi”ni aldım düşüncelerimi yazdım;
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya: Artan şiddet olayları gerekçe gösterilerek bakanlıktan alınabilirmiş. İyi de Bakan Yerlikaya ne yapsın? Operasyonsa operasyon yapıyor. Yakaladığını sokağa salan o değil ki. İletişim tarzını gözden geçirmeli ve kendisine biraz daha şans verilmeli.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç: Yakalananları salıveren o da değil ama oymuş gibi bir algı oluşuyor. Adalet duygusunun en çok incindiği dönemde daha etkili bir bakanlık yapabilirdi. Gitmesinde sakınca yok ama kalacaksa hem kişisel, hem kurum içi he de kurum dışı iletişimi gözden geçirmeli.
Tarım Bakanı İbrahim Yumaklı: Bizimki gibi bir tarım ülkesinde, en çok onun çözüm önerilerini konuşmalıydık, olmadı. Bence de gitmeli.
Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uraloğlu: Savunma Sanayi için kredi kartından fon toplayacak kadar bütçe ihtiyacı olduğu söylenen zamanda otoyol ihalesi veriyor! THY ile başkentin ilişkisini kesti. En iyi olduğumuz hava taşımada en kötü zamanlardayız, bence de gitmeli.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin: İler tutar yanı olmayan eğitim sistemimizde, okul temizliğinden çocuk beslenmesine kadar sorunlara çözüm getirmedi. Gitmeli fakat gelen de fark getirmeyecek.
Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler: Adı gidecekler listesinde yer almıyor. Genelkurmay Başkanlığı görevinden Savunma Bakanlığına geçiş, konuların devamlılığını takip açısından önemli.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan: Başarılı bir dış politika izliyor. Bu süreçte yer değişikliğini ben doğru bulmam ama hangi göreve getirilirse getirilsin işin hakkını verecektir.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş: Aile en önemli kurum. Cumhurbaşkanının en önem verdiği yapı. Buna rağmen akıllarda kalıcı, sorunlara çözüm üreten bir tek projesi yok. Gitse de olur, kalsa da. Ancak kalacaksa odaklanması şart.
Gençlik ve Spor Bakanı Osman Aşkın Bak: Kesinlikle gitmeli. Hemen gitmeli. Hiç bakan olmaması gereken biriydi. Gitsin ama başka kurumda da yöneticilik verilmesin.
Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan: “Benim burada ne işim var” tavrından kurtulamadı. Güvensiz çalışma koşullarını protesto için günlerdir çıplak ayak yürüyen başımızın tacı maden işçileri bu ülkede değillermiş gibi bir tavır içerisinde. Kesinlikle gitmeli.
ULAŞTIRMA BAKANINA ÜÇ SORU
Önceden artık herkes uçuyor diye gurur duyuyorduk, şimdi bu durumu yönetemiyoruz. Bu yüzden Ulaştırma Bakanı Uraloğlu’na üç önemli sorum var;
Bir, bu ülkenin havayolu olan THY, neden bu ülkenin başkenti Ankara’dan sadece İstanbul’a uçuyor?
Adında “Türk” olan bir milli şirket, başkenti neden yok sayıyor? Bu ayrımcılığın, Ankara’ya “öteki” muamelesi yapmanın mantığı nedir?
İki, Ajet yolcuları neden ikinci sınıf?
Ajet yolcuları bu ülkenin insanları değiller mi? İsteseler de THY ile uçamıyorlar.
THY lounge’lar onlara kapalı. Yararlanmak için THY ile uçmanız gerekiyor, gideceği yere THY uçmuyor, ne olacak?
Ajet’te su bile parayla, peki ücretleri neden Euro ile? Ankara-Trabzon arası Euro ne alâka?
Üç, havalimanları işletmesinin denetimi nasıl yapılıyor?
Yer hizmetlerinde görevlilerin iletişimi evlere şenlik. “Nereden maske bulabilirim?” sorusuna bile “elinin köründen” tarzı cevap verenler var.
Denetim de evlere şenlik. Güvenlikten geçerken birinin 250 ml şişesine izin var, birinin 10 ml’lik güneş kremine yok.
Otel tipi dikiş iğnesi geçmiyor, devasa çatal iğne geçiyor. Birisi sırt çantasında unuttuğu İsviçre çakısıyla bu ülkede 5 havalimanından uçabiliyor, yurt dışında alıkonuyor.
Ses sistemleri berbat. Hangar mantığında yapılmış havalimanlarının mimari çirkinlikleri bir yana, anonslardan kimse bir şey anlamıyor.
Dünyanın en önemli turistik havalimanlarından Dalaman örnek. Yer hizmetlerinde çalışanlar, anonsları yolcuya anlatmaktan bezmiş durumda.
Yolcu sayısı en yükseklerden olan Dalaman’da tuvalet sayısı çoğu yerde iki!
BENCE
Anayasa tartışması açmak, ülkeyi yormaktan öteye gitmiyor. Anayasa değişecekse talebin halktan gelmesi gerekir, ancak o zaman halkın Anayasası olur. Halkın gündeminde konu yok.
Israrla Anayasa değişimini gündemde tutmak, ilk 4 madde endişesini yayarak Cumhurbaşkanına zarar da veriyor bence.
Daha önce de yazdım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın içerde ve dışarda bunca sorun varken, bu kadar çok yerde konuşma yapması liderlik iletişimi açısından doğru olmadığı gibi kendisini de yoruyor bence.
Pazar günü Milliyet’te yazdım, cinayet işleyen caniler, psikopat. Bir kısmı yan etkileri güçlü ilaçları kullanıyor, bir kısmı tedaviyi yarıda bırakmış.
Devlet ruh hastalıkları tedavi/ terapi konusunu ciddiyetle ele almalı, bence.
MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin, DEM yöneticilerinin elini sıktığı gün, nur topu gibi bir polemiğimiz daha oldu. “Sıkmasaydı”cılarla, “sıktı iyi oldu”cular tartışıyor.
Dünya yanarken asıl öne çıkması gereken konu, el sıkmanın derin nedenleri değil, ülke siyasetine getireceği diyalog ortamı, siyasal rahatlama gibi gerçek çıktıları olduğu bence unutulmasın.
Gıda denetiminden geçemeyen işletmelerin listesini yayınlamak doğru ancak, “domuz eti var” deyip geçmek yanlış. Listedeki firmaya tıklandığında ayrıntıya da ulaşılabilmeli, bence.
Ayıplı suçları işleyen öğretmen, hakim ve savcıların görev yerlerini değiştirmek kadar saçma bir şey yok. Suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar o görevleri yapmaları engellenmeli bence.
Polisler, öğretmenler, doktorlar gibi bazı meslek gruplarında mesai saatlerinde cep telefonu kullanımı kısıtlanmalı bence. Almanya’dan neyimiz eksik?
Uluslararası spor müsabakaları için yurt dışına misafir, gazeteci götürmek yasaklansın bence. Kimin parasını kimi ağırlamaya harcıyorsunuz?
Geçmişinde Cumhuriyet gazetesini bitirmek gibi bir suçu olan Hasan Cemal’gillerin düğününe nerede liboş, FETÖ kalıntısı gazeteci varsa davetliymiş. O düğüne katılanların günahları toplansa, cehenneme bin yıllık ateş olur bence.
BİR EVİN ÖLÜMÜ
Bir ev öyle birdenbire ölmüyor. Yavaş yavaş ölüyor. Önce çocuklar ayrılıyor evden. Gelip gidişleri seyrekleşiyor.
Sonra anne babadan biri gidiyor. Gidenin eşyalarını dağıtıyorsun, kıyamadıklarını o evde tutmaya devam ediyorsun.
Evde geriye kalan tek kişi de gidince ev de ölüyor.
Üzerleri örtülü olduğu için hiç eskimeden duran koltuklar da o zaman ölüyor.
Işığında kitap okunan, her bir taşına sohbetlerin asılı kaldığı, taşları tek tek parlatılan avize de, toplaşıp yemek yenen masa da ölüyor.
Ayakkabı çekeceği yere düşmüştü kutudan, ölmüştü. Dolaplar ölmüştü, kenarlarından yaralı olan. Elbiseler de.
En çok taksitle alınıp, senede bir ya da iki kez giyildiğinden kılıfında yepyeni duran takım elbisesi öldü, torbaya koyarken.
Zamanla takımı bozulmuş tabaklar, kenarı kırık bardaklar, eksilmiş kaşık, çatal, bıçak öldü çekmecede.
Kırışık rahatsız etmesin diye ütülü duran beyaz havlular, iç çamaşırları öldü en çok.
Çekmecede unutulan taraklar, tokalar öldü sessizce. Çoraplar da.
Daha kurulurken ölmeye yatmış evleri dizmeye çalışıyoruz özenle. Halbuki azaltmak, sadeleşmek, hafiflemek gerekiyor yaşarken.
AKLIMDA KALAN
Şiddeti sanatın parçası gibi görmek: Oyuncu Uraz Kaygılaroğlu’nun “insan kasabı” olarak rol kestiği dehşet görüntülerinin “sanat yaptık” diye açıklanması, sonra özür dileyerek kurtulmaya kalkılması acıklıydı. “Eylem”le “düşünme” arasındaki kopukluk, toplumsal sorumluğu reddedip “kendini ifade”ye odaklanmak üzerinde tartışma yaşanmıyor olması, entelektüel çoraklığı göstermeye yetiyor.