Hem müfteri hem de müstehzi
Abdülhamid'in, kendisine hal’ kararının tebliği edildiği sırada tam olarak ne söylediğine çok az insan muhatap ve vakıf olmuştur. Ancak böyle olmasına rağmen yabancı basının birçok unsuru söz konusu sahne için türlü türlü diyaloglar uydurmuştur.
Hatta hal’ kararını tebliğ ile vazifeli heyet üyelerinden dahi söz konusu sahnede nelerin cereyan ettiğini değişik surette anlatan basın organları bile olmuştur.
Yabancı gazetelerden bazıları, geçeğin ne olduğuna dair ellerinde hiçbir bilgi bulunmamasına rağmen, sırf Abdülhamid’i rencide edebilmek ve ismine dair kötü bir algı oluşturmak adına, asılsız olduğu kadar düzeysiz türden haberler icat etmişlerdir. Bazı gazeteler Abdülhamid’in, kadınlarından sadece yedisini yanına alabilmek için heyete yalvardığından söz etmişken, bazıları ise bu rakamı yedi yüz olarak zikredebilmiştir. Diğer bazı gazetelere göre ise o sadece imparatorluğu için talepte bulunmuşken, bir kısım gazetelere göre ise onun sadece kendi adına istirhamları olmuştur.
Yabancı gazetelerin son derece geniş suretteki bir hayal gücü ile hal’ sahnesi ve sonrasını gelişmeleri anlatabilmesinin gerisinde temelde iki unsur etkili olmuştur. Bu unsurların ilkini öteden beri şahsı ve idaresine karşı yürütülmekte olan olumsuz imaj oluşturma siyaseti teşkil etmişken ikincisini ise Emanuel Karasu (Carasso)’nun basına yaptığı Abdülhamid’den intikam alma arzulu açıklamaları mesnet teşkil etmiştir.
31 Mart hadisesi sonrasında tarihin en çarpıcı tablolarından birinin yaşandığı muayyen bir zaman dilimi, hal’ kararını tebliğ etmek üzere teşkil edilmiş olan heyet üyelerinden Carasso Efendi tarafından güya Abdülhamid'in hal’i kararının kendisine tebliği edilme anı tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Oysaki anlatılanlar gerçek olmaktan uzak ve maalesef bütünüyle esef verici bir kurgudan ibarettir.
Carasso'nun The Daily Telegraph gazetesinin İstanbul muhabirine anlatımı, kendi ifade biçimiyle, şöyledir:
Yıldız Köşkü'ne vardığımızda saat öğleden sonra üçtü. Cevad Bey, bir heyetin kendisine arz etmesi gereken bir haber olduğu bilgisini Sultan’a ifade ederken, biz bir süre sarayın bir odasında bekletildik.
Bu arada bazı önlemler aldık.
Daima silahlı olan Abdülhamid, korkuya kapıldığında tabanca kullanmaktan çekinmezdi.
Tavırları veya ani bir hareketi kendisini dehşete düşüren çeşitli masum insanları bir şimşek hızıyla tabancasını çekerek öldürmüş biriydi o. Çok iyi bir nişancı olduğu da iyi bilinmekteydi.
Bu nedenle kılıflarını açıp tabancalarımızın kolayca çekilip alınmasına imkân sağalıyorduk.
Sizi temin ederim ki, Sultan elini silahına atsaydı, ona bir saniye daha fazla hayat hakkı tanımazdık.
Sonunda Cevad Bey gözükmüş ve yanımıza gelerek;
Bekleniyorsunuz, diye seslendi.
Cevad Beyin arkasında yirmi siyah hadımağası vardı. İlerlemeye başladık ve hadımağaları etrafımızı sarmış bir halde dış revakın büyük mermer basamaklarına zar zor ulaştık. Subaylar da birkaç asker ile bizi takip ediyor, Cevad Bey ise önümüzde yürüyordu. Nihayet antreye girdik.
Kendimizi geniş bir salonun eşiğinde bulduk ve birkaç adım sonra da durduk. Subaylar, tüm çıkışları kapatacak şekilde kapıya yakın duruyorlardı.
Pencereler kepenkli. Sadece bir tanesi yarı açık ve camlarının arasından ağaçlarla bezenmiş güneşle kaplı bahçeleri görüyoruz. O anda her taraftan, şenlik için ateşlenen tüfeklerin çatırtısını ve seslerini duyuyoruz. Sağda büyük bir ipek ekran görüyoruz. Arkasındaki duvarda muazzam bir ayna yer almaktaydı. Karşı duvarda ise başka bir ayna olduğunu, paravanın arkasındaki kişinin daireye giren herhangi birinin en son hareketini görebilecek şekilde yerleştirilmişti.
Etrafımıza baktığımızda Abdülhamid'in küçük oğlu karşımıza çıkıyor, daha doğrusu ilk algıladığımız o oluyor.
Paravan arkasında görmediğimiz ve haremle bağlantılı olduğunu tahmin ettiğim bir kapıdan en ufak bir ses çıkarmadan içeri girdi.
Kısa bir süre sonra, yine paravanın arkasından, Abdul'un kendisi göründü.
Birkaç adım attı, durdu ve gözlerini bize dikti, solgun ve biraz şaşkın görünüyordu. Sonuna kadar önümüzde durdu.
Milletçe verilen cezasını rütbesinin haysiyetiyle çekmek üzere onu tam üniforma içinde bulmamız gerektiğini düşündük. Acele ve heyecana mağlup olarak özensiz bir surette sivil bir tarzda giyinmişti.
İnci başlı bir iğneyle bir arada tuttuğu siyah kravatının düğümünü bağlamamıştı. Kolları iki yanında asılıydı ve elleri hafifçe titriyordu. Her zamankinden daha fazla bükülen omuzları ona alçakgönüllü bir tavır veriyordu.
Esad Paşa sessiz bir selamın ardından:
Fetva gereği ümmetin sizi tahttan indirdiğini size haber vermeye geldik,
diye belirtti.
Abdul’u dikkatle izledim. Vücudunu ve yüzünü süratle sarsan bir ürperti kapladı. Ardından acı bir sessizlik geldi. Abdülhamid'in konuşmasını bekledik. İlk sözleri ne isyan ne de savunmaydı. İğrenç suretteydi.
Ya hayatım?
diye zayıf bir sesle sordu.
Esad cevap verdi:
Millet asil ve cömerttir. Canınız aleyhine bir karar almamıştır.
Sultan birkaç dakika düşündükten sonra başını eğdi, sonra kendi kendine konuşuyormuş gibi haykırdı.
Hep böyle konuşurlar.
Yüzünü kaldırıp bana baktı. Ona dedim ki:
Sizin hakkınız sadece milletin asalet ve iyiliğini ummaktır.
Bunun üzerine Sultan sordu:
Ya benim ailem?
Abdülhamid, titreyen eliyle memurları işaret ederek dedi ki!
Bu askerler hayatımı kurtaracaklarına yemin eder mi?
Esad ekledi:
Sizi temin ederim ki, milletin düşüncesinde bile canınızın aleyhine bir şey yoktur.
Bunun üzerine Sultan cesaret bulup dedi ki:
Ben millete bu kadar iyilik yaptım, millet bunu bilmedi. Millet Yunanistan ile savaşı unuttu mu? Saygı duyacağıma yemin ettiğim Anayasa’nın ilanından sonra, bir an olsun yeminimi tutmaktan vazgeçmedim. Kan korkumu göstermedim mi? Kaç ölüm cezası imzalamayı reddettim! Bazen, onları imzaladım! Onlar da mutlak zorunluluktan olmuştur.
Kimse cevap vermedi. Abdul'un vahim halin önemini hissettiği kısa bir duraklama oldu.
İçini çekip bağırdı:
Ne yapabilirim? Bu Allah’ın takdiridir.
Şiddetli kayıtsızlığımız karşısında Abdul bir kez daha korkuya kapıldı. Tekrarlarken sesi titriyordu:
Hayatımın korunacağından emin misin? Millet bunu garanti ediyor mu?
Bu sırada genç şehzade ağlamaya başladı. Kendini tutmaya çalışıyor ama yapamıyordu. Kendini paravanın arkasına saklayarak acı hıçkırıklara boğuldu. Sultan dönüp ona baktı, sonra bir an için onun acımasız gözlerinde titreyen iki gözyaşı gördük, belki de tüm hayatının tek gözyaşıydı. Genin hıçkırıkları bizi tedirgin etti.
Bu acıma unsurunu kaplanın bu kadar yakınında bulmaya hazır değildik. Sultana tekrar ettim: - Ne kendi canınız ne de oğullarınızın canından endişe etmenize gerek var.
Abdülhamid;
Ama ey askerler, bana Allah'ınız ve asker olarak izzetiniz üzerine yemin ediyor musunuz?
diye yalvardı.
Subaylar, bize bakarak başlarını sallamak suretiyle, sanki:
Karar vermek bize düşmez,
der gibi cevap verdiler.
Çocuğun hıçkırıkları bizi olumsuz surette etkiliyordu. Bu acı sohbete son vermek gerekiyordu. Keskin bir tonla Esad Paşa şöyle dedi:
Resmi olarak size sadece icra ettiğimiz tebliği yapmak zorundayız. Bize ifade ettiğiniz arzuları millete ileteceğiz.
Sultan;
Allah bu belaya sebep olanları kahretsin!
diye haykırdı.
Ona baktım ve şöyle cevap verdim:
Evet, Allah adildir ve suçluları kahredeceğinden emin olabiliriz.
İkinci kez, iki elini alnına götürerek bizi iki kez selamlayan Abdul'un vücuduna bir ürperti yayıldı ve biz de huzurdan çekildik. Görüşme on sekiz dakika sürdü.
Emanuel Karasu aslen Yahudi’ydi. Meslek itibarıyla da tanınmış bir avukattı. Tabii ki Selanik’in tanınmış mason localarından birinin baş üstadıydı İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonrasında Selanik Milletvekili olarak Osmanlı Meclisi’nde görev yapmış, fakat Osmanlı Devleti ve toplumundan ziyade Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için çaba sarf etmişti.
Bu maksatla, 1904’te Zürih'te gerçekleştirilen Siyonist Kongresi’nden hemen sonra, Sultan Abdülhamid’i ziyaret eden heyet üyeleri arasında yer almıştı.
Karasu, Osmanlı mali borçlarının bütünüyle tasfiyesi karşılığında Abdülhamid'den Filistin’de Yahudiler için bir yurt imtiyazı koparma vazifesi ile görevlendirilen heyetin üç üyesinden biri olarak seçilmişti.
Karasu’nun zaman içinde heyet üyesi olarak üstlendiği bir başka görev daha olmuştu; İkinci Meşrutiyet Meclisi’nin Abdülhamid’in tahttan indirildiği yolundaki kararını, Gürcü, Ermeni, Arnavut asıllı üyeler ile birlikte Yahudi asıllı biri olarak Abdülhamid’e o da tebliğ etmek için huzura çıkmıştı. Ancak orada yaşananları tarihi bir hakikat olarak değil, içine sindiremediği reddedilmişliğin sönmemiş intikamı ile şekillendirip dillendirmişti.