Hep başkaları ölür
Ölüm hep başkalarının başına gelir. Bizim başımıza asla gelmez.
Çünkü başımıza geldiğinde zaten biz artık orada yokuzdur.
Depremle baş edemeyişimiz de bundandır.
Depremde hep ölen başkalarıdır.
Ülkenin yüzde 70’inin deprem kuşağında olması bilgisi, bilgi olarak kalır.
Fay hatlarının orada olduğu bilinir ve o bilgi yokmuş gibi davranırız.
Profesör “Elazığ’da deprem bekliyoruz” dese de umursamayız.
Kumu çamurda gören adamlar, ihale dağıtan siyasetçi tanıdıkları var diye müteahhit olur, çürük evler yapar, inşaat mühendisleri işsiz kalır.
Biliriz, “dur” demeyiz.
Nedeni, bilgiyle uygulama arasında bulunan devasa uçurumdur.
Bazen öğrencilerime şöyle kızarım: “İyi de sen bu bilgiye sahipsin, sahip olduğun bilgiyi kullansan bu yanlışları yapmazdın!”
Aldığım cevap hep aynıdır, “Hiç aklıma gelmedi hocam.”
İşte bu, tıpkı ölüm gibi, sahip olduğumuz bilgilerin de hep başkaları hakkında olduğunu sanmamızdandır.
Bilgiye yabancılaşmadır.
Bildiğimizle yaptığımız arasındaki fark.
Mesela, depreme dayanıksız bir evimiz vardır, biliriz. Sağlamlaştırılması için para lazımdır, o parayı bulmak için çaba harcamayız.
Bir araba almak isteriz, para lazımdır, kredi çeker borçlanır o arabayı alırız.
Biri, ölümle ilgilidir, diğeri yaşamla. Ölüm geldiğinde orada olmayacağımız için, o hep göz ardı edilebilir.
Karşılığında ödediğimiz fatura ise çektiğimiz acıdır.
Elazığ’da o yıkılan binaların fay hattı üzerinde olduğunu üniversiteler, yerelden genele herkes biliyordu…
O bilgiyi kullanmadık.
İYİ Kİ VARLAR
Bir, enkaz altındakiler kendi yakınıymış gibi çalışan AFAD, UMKE, AKUT, JAK ve Kızılay ekipleri iyi ki varlar.
İki, ellerini parçalayarak enkaz altındaki insanları kurtaran Suriyeli Mahmud iyi ki var.
Üç, taa ABD’de oynadığı maçta atılan her üçlük için depremzedelere bağışta bulunacağını açıklayarak pek çok yardıma öncülük eden şahane basketbolcu Cedi Osman iyi ki var.
Dört, her koşulda, ayazda, afette haber aktarmaya çalışan ağlayan/ağlamayan ayrımı yapmadan tüm muhabirler iyi ki varlar.
DÜNYA SESSİZLİK GÜNÜ
Enkaz altında yardım bekleyenlerin sesini, inlemesini, nefesini duymak için kurtarma ekiplerinin parmaklarını dudaklarına götürüp “susun” dediği anı unutmayalım.
O sessizlik talebinin yapıldığı gün olan 25 Ocak “Dünya sessizlik günü” olsun.
Olsun ki;
Hayatın gürültüde değil sessizlikte olduğunu fark edelim.
Susarak da anlaşabildiğimizi görelim.
“Söz gümüşse sukut altındır” sözünün değerini hatırlayalım.
Sessizliğin gücünün, bağırmaktan kat be kat fazla olduğunu anlayalım.
Dinlemenin, konuşmaktan etkili olduğunu görelim.
Hadi beni destekleyin, yılda bir gün de olsa huzuru bulalım.
BAK ARKADAŞ BEN DOSTUM
Sevgili Ahmet (Hakan Coşkun), Hürriyet yayın yönetmenliğinde fiyasko yaşamanı isteyenlerden değilim.
Eski bir dostun olarak başarmanı istiyorum.
Artık Ahmet Hakan markası için yapacaklarını yaptın, onu bırak Hürriyet’e odaklan kardeşim.
Televizyonda anlamsız tartışmalarla vakit öldürme.
Pazar günü Hürriyet’i aldığımda bir hafiflik hissettim.
Hürriyet Pazar, sadece dört yapraktı, sekiz sayfa. Onun da bir sayfasında Mehmet Öz ve Vedat Milor vardı. Yani okunmazdı, kalıyor yedi sayfa.
Yarım sayfa reklam. Al sana 6,5 sayfa.
Halbuki bir zamanlar Hürriyet’i, Hürriyet Pazar satardı. Hafta sonu tirajı, hafta içini ikiye katlaması o nedenleydi.
Çınar Oskay öncesinden söz ediyorum.
Hürriyet gazetesinde bir tam sayfayı magazin figürlerinin deprem mesajlarına ayırma kardeşim! Hayatta hiçbir karşılığı yok, okurda da olmaz.
Hürriyet’te bir sayfa reklam vardı o da BİM’den. Büyük olasılık indirimli.
Hürriyet Pazar’da üç tane çeyrek sayfa reklam.
Kelebek’te ise hiç reklam yoktu.
Geçmiş zaman, Hürriyet okurları reklamdan gazeteyi bulamadıkları için kızarlardı.
Bir gazete ne zaman reklam alır? Ya tirajı yüksek ya da itibarı yüksek olduğunda.
Böyle giderse ya Hürriyet kapanır ya da satılır. Bu bir piyasa gerçeğidir, gazetecilik bilgisi değil.
O İKİ KADIN BİZE NE ÖĞRETTİ?
Enkaz altında cep telefonuyla yardım isteyip kurtulmayı bekleyen Azize ile onu ve ailesini kurtarmak için telefonda çaba sarfeden Emine bize çok şey öğrettiler.
Emine bize öğretti ki;
Doğru iletişim insanı hayata bağlar.
Empati, gerçekten kurulduğunda hayat kurtarıcı bir sözcüktür.
Sakin kalmak kriz yönetiminin vazgeçilmezidir.
Azize bize öğretti ki;
Koşullar ne olursa olsun asla vazgeçme.
Cep telefonu gerçek amacıyla kullanıldığında mucizevi bir araçtır.
Ulus/millet olmayı başardıkça asla yalnız kalmayız.
Hayat, tutunacağımız tek mülkümüzdür.
“KADINLIKTA” OLDUĞUMUZ YERDE Mİ SAYIYORUZ?
Kadın hareketi yükseliyor ya, sanıyorsun ki amacına ulaşıyor.
Bir de bakıyorsun kadın cinayetleri zirve yapmış.
Bir de bakıyorsun Karaca reklamlarında beklenen halâ “beyaz atlı prens!”
Hem de “olmuşken en iyisi olsun” sloganı eşliğinde.
Prens desen, hal tavır edasıyla prenses.
Kadın kariyer yapıyor, Elçin Sangu. Erkek arkadaşı polise “Verin sevgilimin kimliğini” diyor.
Gide gide vardığı yer bir adamın “sevgilisi” rolü.
Karısının hoşuna gitmeyen davranışı için siyasetçi koca “boşarım” diyor, “boşanırız” bile demiyor. Karısı üstelik milletvekili iyi mi?
Olduğumuz yerde sayıyor olabilir miyiz?
ÇOK SIKILDIM
Bir, öğretim üyesi konukları davet edip sonra da lafı onların ağzına tıkayan spiker ve moderatörlerden çok sıkıldım.
İki, Teoman denen arkadaşın sürekli emekli olup olup geri dönmesinden çok sıkıldım.
Üç, Demet Akalın’ın yaptığı her yardımı gözümüzün içine sokma görgüsüzlüğünden çok sıkıldım.
Dört, sınav kağıdını berbat verip sonra da “ama hocam geçmem lazım” mail’i atan öğrencilerden çok sıkıldım.
FATİH TERİM BİLSİN Kİ, ESKİ YÖNTEMLER İŞLEMİYOR
Fatih Terim’in cin fikirleriyle taraftarları manüple ettiğini bir ben mi görüyorum derken, meğer Galatasaray yönetimi de görüyormuş.
Şimdi Terim’e sormak lazım;
Taraftarı arkana alarak yerini sağlamlaştıracağını mı düşündün?
Arda Turan’ı taraftarın önüne atarak, yönetimi ikna edeceğine mi inandın?
Öğrencin Arda’nın kariyerini, kendi egona feda edeceğini aklına mı getirdin?
Her “imdat” dediğinde yardımına koşan Abdurrahim Albayrak’ın yine sana koşacağını mı sandın?
Galatasaray ekonomik sıkıntıya girdikçe, kazançta zirveye çıkmış olmanı kimse görmeyecek mi dedin?
Fatih Terim bilsin ki dünya değişti.
Daha önce yaptığı şeylerle aldığı sonucu, bugün de aynı şeyleri yaparak alamayacağını anlasın.
OSMAN HOCAM KAPINA DÜŞTÜM
Benim Prof. Dr. Osman Müftüoğlu ile ilişki sürecim şöyle seyretmiştir:
Çok değer verme, çok sayma, çok kızma, çok şüphe, çok değer verme, çok sayma.
Ankara Numune’den başlayan uzun bir yol yani.
(Geçen gün Ertuğrul Özkök’le konuştuk da, şu İstanbul’dan şu Ankaralıları çıkarsak geriye ne kalır merak ettik.)
Şimdi Osman Hocam kapına düştüm, bir el ver.
Benim ciddi uyku sorunum var. Uyursam sadece yüzeysel uyku. Derin uykuya geçiş sıfır.
Beyin durmadan çalışıyor. Her tür lüzumsuz bilgi zihnime üşüşüyor.
Fili uyutan uyku ilaçları bende etkisiz.
“Melatonin” önermeyin, sabahlara kadar öyle kabuslara neden oldu ki uyumamayı seçtim.
Kedi otu medi otu gibi bitkisel çözümler işe yaramıyor.
Durum vahim.
Canım hocam, beni uyutun, ne dilerseniz dileyin.
AKLIMDA KALAN
23 Nisan’ın 100. Yılı: TBMM’nin soğuk programı dışında ülkemde bir hazırlık görülmüyor. Beni 23 Nisan komitesine davet eden metropol belediye başkanından bir daha ses çıkmadı. Acaba ben arayıp “Ne oldu şu 23 Nisan kutlama komitesi” desem mi? Bilemedim. İşte kaldı 88 gün. @23nisanin100u #23nisanin100ü