Herkes aynı gün mü doğar? Ama doğdu
Doğum günü kutlamalarını sevmem. Yaşlanıyor olmanın neresi kutlanır, benim anladığım bir şey değil.
Ve fakat 19 Mayıs başka.
Mustafa Kemal’in doğum günü. Ve elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin de doğum günü sayılır.
Mustafa Kemal tüm yaşamı boyunca iki kez doğum günü kutlayabilmiş.
Birisi, 19 Mayıs 1937’de.
İkincisi ve sonuncusunu 19 Mayıs 1938’de Ankara Stadyumu’nda kutladı.
Hastaydı, yine de gitti stadyuma. Halkla birlikte olmayı seviyordu.
Hastaydı, konuşmasını yapamadı, İçişleri Bakanı konuştu O’nun adına.
O gün, toplanan halka stadyumun isminin “19 Mayıs Stadyumu” olması önerisini oylattı. Alkışlarla kabul edildi.
Temmuz 1938’de, Resmi Gazete’de “Gençlik ve Spor Bayramı, Mayısın 19'uncu Günü” kararı yayınlandığında hastalığı ilerlemekteydi.
Sonrasında İstanbul’a gidecek, kendisini emanet ettiği Türk hekimleri, seyahatine izin vermediği için geri dönemeyecekti.
“Beni Ankara’ya götürün” özlemiyle orada hayata gözlerini kapatacaktı.
Hep topu iki kez kutlayabilmişti 19 Mayıs’ı doğum günü olarak.
Ancak. Bu millet O’nun Samsun’a çıkışının 102. Yılında 83. kez kutluyor O’nun doğum gününü.
Ne kadar kaybolursak kaybolalım, ufukta gördüğümüz yol göstericimiz. Işığımız. Güneşimiz.
İyi ki doğdun! İyi ki bizim ülkemizin gökyüzünde güneş oldun!
19 Mayıs kutlu olsun.
GENELEVDE PİYANİST BİLE OLAMAZLAR
Öğrenciliğimizin en sansasyonel kitaplarından biriydi, “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin O beni Genelevde Piyanist Sanıyor.”
Tek kampanya yenilgisini Türkiye’de yaşamış olan Sequela yazmıştı.
Reklamcıların “Ürünü beğendiriyorsam, beni de beğenmeliler” egoizmine odaklanmıştı.
Yalayıp yutmuştuk kitabı. İyi olmak için çok şey bilmek lazımdı.
Hiçbir şey bilmeden kendini iyi sanmak şimdilere mahsus.
Öyle tepeden inme reklamcı olunmuyordu bizim zamanımızda.
Getir götür işinden, karanlık odada fotoğraf basmaya kadar her şeyi bilmek gerekiyordu.
Bilen bilir, mezun olduktan sonra ilk işim reklamcılıktı.
İstanbul reklam piyasasına transfer olacağım günlerde akademi sınav açmıştı ve girip kazanmıştım.
Geçenlerde bir arkadaşım çekeceği reklam filminin senaryosuna bakmamı isteyince.
“Metin yazarı anaokulu öğrencisi mi?” dedim.
Reklam piyasasında büyük bunalım var. Nedenleri sıralamakla bitmez.
Üst üste kampanya krizleri yaşandı.
DASK’ın ürkütücü, hepimizi şoka sokan “son dakika” anonslu deprem konulu reklamları kriz çıkardı.
Üstelik reklamda güvenilir ekran yüzlerinin olması insanların korku ve dehşetini artırmıştı.
Kamu spotları dökülüyor.
Turizm Bakanlığı’nın hedef kitlesi yabancılar olan “Sen eğlenmene bak, ben aşılıyım” reklamı düştü piyasaya.
Onur kırıcılıkta zirveydi.
AK Parti’nin “128 Milyar Dolar” eleştirilerine cevap niyetine yaptığı reklam vardı.
Baktılar ki kendi reklamları muhalefetin işine yarıyor, apar topar kaldırdılar.
Pek konuşulmayan başka reklamlar da var.
Mesela Ziraat GYO’nun, deprem ülkesinde kumdan binaları “hayalimizdeki ev” şeklinde sunması.
Arada kaynadı gitti.
Vodafone’un, Aras Bulut İynemli aracılığıyla zaten işsiz, evine ekmek bile götüremeyen adamın cebindeki son kuruşu da alma çabası da öyle.
Reklam dünyası kısa günün kârı heveslilerince dolup taşıyor. Sonuç kimsenin umuru değil, kasaya ne kadar para girer telaşı ağır basıyor.
Ortalık reklamcı, iletişimci geçinen cahillerle dolu.
Çoğu “ben bilirim”ci, empati yoksunu tipler.
Ya da “ne yaparsam yutarlar” diye hem reklamvereni hem de hedef kitleyi küçümseyen ama para kazanmak olunca zekâ küpüne dönen tuhaf zamane fırsatçıları.
Yazık . Çok yazık.
UMARIM
Bir, “Sen eğlen ben aşılıyım” kampanyası yapan Turizm Bakanlığı’nın, turistten istemesi gereken aşıyı garsondan istemesinin mantıklı bir açıklaması vardır umarım.
İki, ekibinin bu köşeyi okuduğunu bildiğim Çevre Bakanı Kurum, “ülkemizin Avrupa’nın çöplüğü olması” konusuna açıklık getirir umarım.
Üç, devlet korumasındaki çocuklara, onların sahip olmadıkları kalp içerisinde ev, ağaç resmi olan bayram kartları gönderen Aile Bakanı, iletişim kadrosunu masaya yatırır umarım.
Dört, zorda kalan insanlara yardımda yarışan belediyeler, bir defalık yerine yardımın sürdürülebilirliği üzerinde düşünmüştür umarım.
Beş, araçları kamyon para dökerek kiralayan kamu kurumları neden daha az paraya satın almadıklarının hesabını yapıyorlardır umarım.
Altı, sanatçı Kalben’in karakterine duyduğum sevgiyi, şarkılarına da duymayı başarabilirim umarım.
Yedi, Süper Ligi ilk üçte bitiren takımların İstanbul takımı olmasına rağmen iki Ankara takımının birden alt lige düşmesindeki beceriksizliği analiz edebilirler umarım.
Sekiz, ligi ikinci bitiren Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim’in olay mahallinden ayrılmadan önce “Hata varsa benimdir” özeleştirisi kalıcıdır umarım.
Dokuz, Emre Belözoğlu’nun Fenerbahçe’ye küçük geldiğini geç de olsa anlayan Ali Koç, takımı yönetenin kendisi değil de Acun Ilıcalı olduğuna uyanmışsa, böyle devam eder umarım.
TERBİYELİ OLMANIN SONUCU MANYAKLIK MI?
Anneleri manyak olan kızların dramlarını diziye çeviren psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu annesiyle ilişkisini anlatmış.
Eskilerin terbiye dediği şeyin baskıya dönüşmesini öyle anlatmış ki, dizilerindeki kadınlar sanki hastaları değil de kendisi.
Okurken kendi annemi düşündüm.
Misafirlikte annem izin vermeden ikram edilen hiçbir şeye elimizi süremezdik.
İstemediği bir davranışımızı gördüğünde masa altından uyarı dürtmesi gelirdi. O nedenle annemden uzakta oturmaya çalışırdım.
Hoş olmayan bir şey yaptığımızda gözleriyle sinyali çakardı.
Kendisi meşgulse, kardeşlerime göz kulak olma görevi bendeydi.
Oyun oynamaya çıkınca azar işitmemek için geç kalmayayım telaşına düşerdim.
Ve fakat, bunlara “anne baskısı” demek asla kabul edeceğim şey değil.
Annelerin o dönemde kızlarını terbiye yöntemleri böyleydi.
Terbiyeli olmak da bence önemli bir meziyet.
Terbiyesiz olduğum zamanlarda kendime kızdığım bir insanlık meziyeti bence.
İNSANSIZ BAHAR
Bu baharın yasaklar, kapanmalarla geçmesi bana çok koyuyor.
İnsan olmayınca kuşlar bile eskisi gibi cıvıldamadılar bu baharda.
Koklayamadığımız çiçekler, çiçekten sayılmazdı bence.
Kızlar oğlanlarla flörtleşemezse parklarda, bahardan sayılmaz bir mevsimdi bu.
İnsan olmayınca bahar da olmadı. Boşa gitti sondan kaçıncısı olduğunu bilmediğimiz bir güzel mevsim.
AKLIMDA KALAN
Maskeli ilişkilerdeki sorunlar: Herkes maskeli olunca, burnunun dibine sokulmadan kim olduğunu kestiremiyorsun. Mesafe mecburiyetinden dibe de sokulamıyorsun. Dikkatlice baksan, ayıp olur diyorsun. Selam vermeden geçsen “Hayırdır selam vermedin” sitemi yiyorsun. Gözlere odaklansan, yanlış anlaşılabiliyorsun. Zor iş maskeli yaşamak.