Hollywood’un Inferno’su Ortadoğu’daki cehennemin habercisi mi?
Bu bir film eleştirisi değildir. “Filmi mi daha iyi, kitabı mı?” mukayesesi hiç değildir. İşin o kısmını ünlü sinema eleştirmenimiz Ömür Gedik’in derin ve kudretli kalemine bırakıyorum.
Pazar günü dört arkadaş “N’apsak?” diye konuşurken, içlerinden biri “Haydi gelin Tom Hanks’in yeni filmi Inferno’ya gidelim” dedi. Aramızda kalsın, en korktuğum teklif de buydu.
Zevksizliğime verin, ne Dan Brown’un romanlarından, ne de Tom Hanks’in filmlerinden zerre kadar haz etmem. Lanet olsun, içimdeki, insanlara “hayır” diyemeyen o uslu çocuğa.
Kıramadım, hep beraber bir taksiye doluştuk. Radyoda Bob Dylan’ın ‘One more cup of coffee’si çalıyordu. Amca da telefonda arkadaşına hararetli hararetli “Biz hatayı ta en başta NATO’ya girmekle yaptık. Bizim Şangay Beşlisi’nin içinde olmamız lazım kardeşim, Şangay!” diyordu.
Bu entellektüel kalibresi yüksek irtifadaki muhabbetin karşısında “Abi İsviçre'nin neresindensin?” diye takılacak oldum, dönüp Ahmed Arif'in;
“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?”
... dizelerini patlatınca anladım ki 68 kuşağından bir eski tüfeğin arabasındaydık; haddimi bilip sustum. Büyüklerimiz boşuna “Hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulur” dememiş.
Velhasıl vardık sinemanın kapısına… Biraz Karadeniz fıkrası gibi olacak ama ekipte bir Türk sanat tarihçi, bir Arnavut kimyager, bir Amerikan spiritüel danışman vardı. Bir de ben naçizane; her zamanki gibi kendini kocaman kalabalıklar arasında çok yalnız hisseden…
Biletlerimizi alıp, koltuklarımızı kurulduk ve 25 dakika süren reklam eziyetinden sonra filmi izlemeye koyulduk.
Önce ‘Sonunda ne oluyor?’ onu anlatayım…
Şaka şaka…
Spoiler verecek kadar eşek değilim.
Bu kadar makara yeter efendim, dönelim meselenin özüne…
Film birilerinin, insanlığın devamı ve medeniyetin bekası adına, bir şekilde milyarlarca kişiyi öldürme niyetini konu ediyor.
Dan Brown’un hikayesinin çıkış noktası şu: Eğer böyle giderse 40 sene sonra nüfus şu andakinin beş katı olacak ve bu güzelim mavi gezegen yaşanılmaz bir hal alacak. O yüzden de ciddi bir ‘temizlikle’ dünyadaki total nüfusun azalması lazım.
Bu akıllara durgunluk veren karanlık senaryo için merkez üssü olarak seçtikleri şehir ise; İstanbul.
Zaten filmin ikinci yarısı da tamamen burada geçiyor.
Kahramanımız Robert Langdon ‘şifreyi’ Ayasofya’da ararken, Yerebatan’da buluyor. İşte bu sırada yanımdaki sanat tarihçi arkadaşım sinemada olduğumuzu unutup, başladı Ayasofya ile ilgili bir hikaye anlatmaya...
Hatırladığım kadarını sizlerle de paylaşayım, dediklerinin binde biri bile doğruysa tarih yeniden yazılır.
Bizimki diyor ki; “Eski dönemde yapılmış bütün kiliseler, temellerinde Hristiyanlığa ait çok kutsal hazinelerin ve emanetlerin bulunduğu odacıklar üzerine inşaa edilmiştir. Ayasofya yapıldığında Bizans, dünyanın en güçlü imparatorluğuydu. Ve Hristiyan dünyasının bütün kutsal hazinelerini toplayıp kilisenin altına yerleştirdiler.“
Emekli sanat tarihçi arkadaşımız yerini de söyledi. “Bugün mihrap kısmında yer alan Hz. İsa’nın, annesi Meryem’in kucağında bebek olarak tasvir edildiği mozaiğin tam altındaymış o gizemli odalar.”
Öylesine heyecanla anlatıyordu ki, “İzzet bütün Hristiyan dünyasının aradığı Kutsal Kase de işte orada” derken elleriyle kolumu morarttı.
Kafamda deli sorular...
Ne yani şimdi orada bir arkeolojik kazı yapılsa dinler tarihini değiştirecek bulgular mı çıkacak ortaya?
Valla bundan sonrası beni de, Dan Brown’u da aşar. Gel de şimdi rahmetli Aytunç Altındal'ı arama!
Koskoca Napolyon boşuna, “Dünya tek bir ülke olsa, başkenti İstanbul olur” dememiştir herhalde!
Gelelim filmin bugünkü iz düşümüne…
Yoksa birileri zengin ve seçilmiş azınlığın bekası adına, Ortadoğu halklarını IŞİD belası, mezhep kavgasıyla bir etnik temizliğe mi sürüklüyor?
Rönesans’ta Da Vinci’lere, Michelangelo’lara, Dante’lere avuç dolusu paralar döken Medici Ailesi’nin yerini bugün insanları birbirilerine kırdıran Rothschild'ler, Rockerfeller’lar mı aldı yoksa?
Gel de internette okuduğun komplo teorilerine inanma.
İki saat kafa dağıtalım diye gittiğim filmden, paranoyalarım tavan yapmış bir halde çıktım. Megastarımız Tarkan'ın rahmetli Savaş Ay'a canlı yayında söylediği gibi 'çişim' gelmişti, kendimi tuvalete zor attım. Baktım pisuvarda iki kalender amca filmin subliminal mesajları üzerine sohbet ediyorlar. Biri yanındakine tok sesiyle aynen şöyle dedi:
“Bak Hayati, bu bir Hollywood filmi ve Amerika'dan iki hafta önce Türkiye'de gösterime girdi. Buradaki gizli mesajın ne olduğunun farkında mısın?“
Takside ayrı, salonda farklı, tuvalette bambaşka bir muhabbet vardı. Anladığım kadarıyla deliren yalnız ben değildim. Memleket komple balatayı sıyırmaya başlamıştı.
Sahi iPhone 7 bile Amerika'dan bir ay sonra Türkiye'ye gelirken, bu film neden onlardan iki hafta önce gösterime girdi?