İki kitap okuyun gözünüzü seveyim!
Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefeti, teröristlerle işbirliğiyle suçluyor.
Gittiği her yerde, “Bunlar gizli ortak” diyor.
Yaptığı her konuşmada bir “beka” sorunundan söz ediyor.
Böylece iki şeyi yapmış oluyor:
Bir, muhalefeti kendilerini savunmaya zorluyor,
İki, seçmen kitlesini korku şemsiyesi altına toplamaya çalışıyor.
Birincisini tüm siyasal iletişim yönetimi kitapları yazar:
Rakibi suçlarsan, o da savunmaya geçerse, neden iktidara gelmeleri gerektiğini anlatmaya fırsat bulamazlar.
İkincisini ise, son dönem sosyoloji ve sosyal psikoloji kitapları yazar:
Günümüzde insanları bir arada tutan güç, ortak bir düşmanın tehdit algısıyla oluşan korkudur.
Nokta.
Siyasal iletişim konusuyla uğraşan Şeyda Taluk, “Seçim Nasıl Kazanılır: 101 Tavsiye”yi yazmış.
Bir televizyonda Şeyda, “Bu kitabı muhalefetin okuması gerekiyor” deyince.
Kendisini aradım.
“Şeydacığım” dedim, “kitabını muhalefet okumayacak. Çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar. Okursa Ak Parti camiası okur.”
Şeyda bana katıldı.
“Çünkü” dedim, “Aşk Yüzyılı Bitti’yi yazdığımda bir kısım muhalif ‘Aşk kitabı mı yazdın?’ derken, Ak Parti teşkilâtından kitabı alıp dağıtanlar oldu.”
Yeni zamanlarda başarmak isteyenlerin yeni bilginin peşine düşmesi şarttır.
Ve fakat.
İktidarda olanlar Baudrillard, Bauman, Beck uzmanı olurlarken, muhalefet “ben bilirim” oynuyor.
Ya, en son Marx ve Engels’i okuyup orada kalmış oluyorlar,
Ya da, toplumu Ahmet Hakan gibi popüler köşe yazarlarını okuyarak çözeceklerini sanıyorlar.
Tuhaf tezat, Uğur Mumcu’nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” sözünü de sık kullanırlar.
Artık iyi kitap okuyun demekten vazgeçtim, iki kitap okuyun da ne okursanız okuyun gözünüzü seveyim noktasındayım.
İNSANLAR NE ZAMAN ÖLÜR?
Binbir badire atlatan Deniz Baykal, TBMM’ye gidip yemin etmiş.
Ne güzel.
Yemin fotoğrafı bana, “İnsanı hayatta tutan gerçek güdü nedir?” sorusunu sordurdu.
Yaşama tutkusu mu? Kendini gerçekleştirme hırsı mı?
Bence ikincisi.
Büyük liderlere bakınız.
Asıl hedeflerine ulaştıktan sonra yaşamdan türlü nedenlerle çekilirler.
Mustafa Kemal iyi örnektir.
10 Kasım 1938’e kadar ne badireler atlattı.
Ülkeyi kurup, devrimleri büyük oranda tamamlayınca direnci de azaldı.
Karizma gibi, hayat da zorlukları yene yene yaşanıyor.
O nedenle, ölenin ardından sıklıkla “Tam rahat edecekti” ya da “Tam gün görecekti, gitti” denir.
Deniz Baykal’ı da hayatta tutan, TBMM’ye getiren de kendini gerçekleştirme tutkusu, siyaset yapma hırsıdır.
Kıssadan hisse: Yaşamayı sevmek yerine, uğruna yaşamaya değecek bir tutkunuz olsun.
TÜCCARLAR SADECE TÜCCAR OLDUKÇA İŞ ZOR
Ülkelerin ekonomik gelişimi, nasıl ticaretle ilişkiliyse, kültürel gelişimi de tüccarla ilişkilidir.
Maalesef ülkemizde, tüccar sınıfı “kâr”a odaklanıp, ülkesine sorumlu olmayı önemsemiyor.
Büyük sermaye, kozmetik sosyal sorumluk projelerinin arkasına saklanıp para kazanıyorlar.
Kazandıklarını “kendisi için harcamak” ile “ülkesi için harcamak” arasında denge gözetmek yerine, ilkini tercih ettiler.
Mesela.
Son filmini Netflix’e satarak sinemamızın zarar görmesi ve insanın yalnızlaşması yolunda dev bir adım atan BKM adına Necati Akpınar açıklama yapmış.
“Filmi Netflix’e para için değil dünya vitrini” diye sattıklarını söylüyor.
Güzel cümle.
Netflix, “Türkiye’de filminizin gişesini vuracak sayıda abonemiz yok” demiş.
Dört hafta sonraya anlaşmışlar.
Bir süre sonra Netflix, BKM’ye, gişede uğrayacakları kaybı da karşılamayı taahhüt edince, filmi vizyondaki ikinci haftada yayınlamalarına izin vermiş.
Hani BKM için önemli olan para değil, vitrindi?
Türkiye’de gişeyi vuracak abonesi olmayan Netflix, BKM’nin filmiyle birlikte kaç yeni aboneye sahip oldu biri açıklayabilir mi?
Eyyy BKM, kesin bindiğiniz dalı bakalım.
KÂHİN DEĞİLİM
Okur soruyor, “Tutacak dizilerle, tutmayacak dizileri nereden biliyorsunuz, kâhin misiniz?”
Değilim.
Sadece hayatta her şeyi metin olarak gören bir iletişimciyim.
Dizilerin tutup tutmayacağını nereden bildiğime gelince…
Televizyon kanallarıyla yapımcılar, yapımcılarla cast (oyuncu) ajansları, bunların hepsiyle oyuncu menajerleri arasında başka ilişki ağları var.
Bu ilişki ağlarında da para kazanmak, başarılı olmaktan önemli hale geldi.
İş bağlarsın, paranı alırsın.
Bakarsın bu rol bu oyuncuya olmaz. Sen bilirsin. Süreçteki herkes de bilir ama değişen bir şey olmaz.
Kehanete gerek yok yani. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur durumu.
GAZETECİ SOSYAL MEDYADA KİŞİSEL TAKILABİLİR Mİ?
Baştan söyleyeyim takılamaz.
Hürriyet’in Fenerbahçe muhabiri Ahmet Ercanlar, Ali Koç’u destekleyen tweet’ler attığı gerekçesiyle gazeteden ayrılmak zorunda kaldı.
Attığı tweet’lerin yayın ilkelerine aykırılığı nedeniyle defalarca uyarıldığı halde.
Medyamız mensuplarının sosyal medya kullanımlarında bir laçkalık var.
Ne işverenleri ne de gazetecilik örgütleri kesin kurallar koyuyorlar.
Konan kurallara uymayanlara yaptırımlar yetersiz.
Bu durum işin bir yanı.
Diğer yanı ise daha önemli.
Gazetecinin haber kaynağıyla mesafesini korumaması.
Bu konuyu konuştuğum çok önemli bir medya yöneticisi dedi ki, “Gazetecilik mesleki güvencesi olmayan bir iş oldu. Gazeteciler de işsiz kaldıklarında gidecekleri yer olsun diye gazeteciliği kullanır hale geldiler.”
“Spor medyası da farksız değil” dedim, onayladı.
“Sporda durum daha fena, spor muhabiri iş güvencesini çalıştığı kurumda değil, spor kulüplerinde arıyor.”
Çözüm sordum. “Devlet, medya, akademi bir araya gelse, konuyu masaya yatırsa” dedim.
“Olmaz”, dedi, “Çözümün parçası sandıkların, çoğu zaman sorunun parçası.”
Nokta.
LAGERFELD’E GICIKTIM…
Chanel’in zarif kadınlarıyla ben farklı gezegenlerdenim, kesin.
Onlar benim için kartpostal gibi bir şey, sadece bakılası. “Ayy ne hoş” denilesi.
Geçen hafta hayata veda eden Karl Lagarfeld, Chanel modaevini yönetiyordu.
Giyemeyeceğim giysiler diktiği, tenim gibi bir parçam olan giysileri aşağıladığı için ona hep gıcıktım.
Ona göre, eşofman altı giymek, hayatta yenilginin ifadesiydi. Hayatın kontrolünü yitirenler eşofman altı giyermiş.
Eşofman altı. Ve de takım olmamak koşuluyla eşofman üstü, diğer tüm giysileri anlamsız kılar bende.
Eşofmanın varsa, pantolon, pijama, elbise, etek lüzumsuz şeylerdir. Her yere giyilebilir.
Annemle tartışma sebeplerimden biriydi bu durum.
“Kızım ayıp, kariyer yaptın eşofmanla gidilir mi?” derdi, “Neden gidilmesin ki, kafamın içi mi, ne giydiğim mi önemli?” derdim.
Belki annem haklıydı.
Belki Lagarfeld de haklıydı…
AKLIMDA KALAN
“Herkes kahraman olabilir” düşüncem: Kök hücre bağışçısı olmak zor değil. 18-50 yaş arasındaysanız, bir sağlık engeliniz yoksa kan vererek bağışçı olabilirsiniz. Kök hücre nakli bekleyen birçok insandan birinin hayatını kurtarabilirsiniz. O insanın ve sevenlerinin kahramanı olabilirsiniz. Bazen kahraman olmak için uzaylı yaratıkları yenmek, düşman ordularına karşı durmak gibi büyük çabalar gerektirmez. Bazen kahraman olmak için meşgaleniz her neyse, ona kısacık bir mola verip kök hücre bağışçısı olmanız yeter. Sayenizde hayata dönmüş birinin size baktığı andaki gözlerini düşünün, işte o zaman bağışçı olmak için erinmezsiniz.