"İlahi Kripto" romanındaki "Tarsus" olayı gerçek mi oluyor?
Tarsus'daki gizemli kazın Barnabas İncili'nin izini mi sürüyor? Ferhat Ünlü'nün yeni romanında ilginç ifadeler...
Tarsus'ta bir evde özel harekat polisleri gözetiminde 1 yıldır gerçekleştirilen esrarengiz kazı tüm gizemiyle halen devam ediyor.
82 Evler Mahallesi'nde çalışmaların aralıksız sürerken, polis bölgeye giriş-çıkışlara izin vermiyor.
KRALIN HAZİNESİ Mİ, AZİZ PAUL'ÜN KAYIP İNCİLİ Mİ?
Kazının Kral Dakyanus’un hazinesi ya da Hıristiyanlığın önemli isimlerinden Tarsuslu Aziz Paul’ün kayıp İncil’i ile ilgili olduğu iddia ediliyor.
2012 yılında beylik tabancasıyla vurulan 22 yıllık polis memuru Mithat Erdal’ın eşi Sibel Erdal ise o tarihten bu yana eşininin defineciler tarafından şehit edildiğini ispat etmeye çalışıyor.
FERHAT ÜNLÜ YAZDI
Sabah gazetesi istihbarat servisinin önemli isimlerinden Ferhat Ünlü de yeni romanında Tarsus konusuna değindi.
Ünlü kitabında, "Define avcıları, misyonerler, gizli örgütler, komplolar, sahte belgeler, yalancı tanıklar ve hepsinden önemlisi kayıp bir kitap... Bir hikâyede olması gereken her şey vardı." cümleleri ile olayın gizemine vurgu yapıyorç.
Ferhat Ünlü'nün romanında "Tarsus kazısı" hakkında şu ifadeleri kullanılıyor;
"Ulaştığımız belge ve bilgilere göre, Tarsus’ta esrarengiz bir Amerikalı misyonerle bir Türk, bir yıl kadar önce define avcılığı yaparken önemli tarihi eserler bulmuşlardı.
Anadolu’nun kadim kentlerinden Tarsus’tan başladık. Hıristiyanlığı, pagan Roma’nın resmi dini haline getiren Aziz Pavlus’un memleketine gittik ve orada iki ay süreyle çalıştık.
Tarsus, misyonerler için Hıristiyanlık araştırmalarının en önemli şehirlerinden biriydi. Zira malum olduğu üzere Pavlus’un doğum yeriydi. Pavlus ise Kitab-ı Mukaddes profesörü uzmanlarca ilk Hıristiyan teolog sayılıyordu...."
İŞTE FERHAT ÜNLÜ'NÜN "İLAHİ KRİPTO" ROMANINDA GEÇEN GİZEMLİ TARSUS BAHSİ;
Ölümlerinden sonra hazırlanan istihbarat raporuna göre Ahmet Yılmazalp suikasta kurban gittiğinde 32 yaşındaydı ve yıllardır tanıdığı/tanımadığı insanların kimlikleriyle yaşamaya alışmıştı. Aslında sahte kimliklerden hoşlanmazdı. Ama mesleğinin kadim gereklerine boyun eğmesini de bilirdi.
İşte bu yüzden teşkilatın kadrolu elemanı olmasına rağmen yardım kuruluşu çalışanı kimliğiyle içsavaş öncesi Suriye’nin kuzeyine, sahadaki ekip şefi olarak gönderilirken hiç itiraz etmemişti. Sahte kimliklendirme yapılırken yardım kuruluşunun da haberi yoktu.
Zaten istihbaratçıların şehit edilmesinin ardından yardım kuruluşu maskesiyle yapılan operasyonlara son verildi. Ahmet Yılmazalp bölgede Gizli İlimler Teşkilatı adına istihbarat topluyor, teşkilata eleman devşiriyordu.Yılmazalp ve ekip arkadaşları olay günü bir ciple seyahat ediyorlardı.
Halep’in dış mahallelerinden birinde bir marketin önünde durdular. Etrafta market sahibinden başka kimsecikler görünmüyordu. (Markete haber kaynağıyla buluşmak üzere gittiklerini sonradan öğrenecektik.)
İstihbarat ekibi, marketin önüne gelir gelmez saldırıya uğradı. Ansızın, ilk anda nereden geldiği anlaşılmayan mermilerle Mazda cipin camları şangırdayarak inmeye başladı. Pusuya düşürülmüşlerdi.
Telaşla arabanın içinde eğilerek siper aldılar. Otomatik silahlarını ve tabancalarını çıkarıp, en az on kişi oldukları tahmin edilen saldırganlara karşılık verdiler. Sonradan görgü tanıkları, çatışmanın yarım saatten fazla sürdüğünü söyleyecekti. Ahmet Yılmazalp liderliğindeki dört istihbarat mensubu oracıkta şahadete erdi.
Naaşları özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Eyüp Camii’nde kıldığımız cenaze namazının ardından ebedi istirahatgâhlarına gömüldüler. O gün orada, Halep çıkışında kimin, hangi sırayla, nasıl öldüğü-nü yalnızca önümüzdeki kabirde yatan şehitlerin bilebileceğini dü-şünmüştüm cenaze günü. Ama olay yerinde bulunan düzinelerce boş kovanın özelliklerine bakılırsa şurası kesindi: Dört istihbarat şehidi son kurşunlarına kadar çarpışmışlardı.
Cenaze günü o meşhur gizlilik ilkesinin, ölümden sonra da istihbaratçıların peşini bırakmadığını defnin ardından kabri görünce bir kez daha anladım. Sahte isimlerine bakarak ruhlarına Fatiha okuduktan sonra kabristandan ayrıldık o gün. Sonra cinayetin gerçek sebebinin ne olduğunu araştırmaya başladık.
Araştırmayı, Tahir Beyoğlu ve ekibi yürütüyordu. Ekibin bir parçası saydıkları benim de mütevazı katkılarımla... Dört şehit, Suriye’de yardım kuruluşu kisvesi altında Milli İstihbarat Teşkilatı adına çalışan kişiler olarak bilinebilirlerdi en fazla. Gizli İlimler Teşkilatı mensubu olduklarını bilecek, ortaya çıkaracak tek güç Kronosistlerdi.Tahir Beyoğlu ve ekibi ile birlikte olayı araştırırken ilginç gerçekler öğrendik.
Değme senaryolara taş çıkartacak cinsten gerçeklerdi bunlar. Define avcıları, misyonerler, gizli örgütler, komplolar, sahte belgeler, yalancı tanıklar ve hepsinden önemlisi kayıp bir kitap... Bir hikâyede olması gereken her şey vardı.
Suriye’de sahadaki güvenilir elemanlardan gelen bilgiler doğrultu-sunda suikastlarla ilgili araştırmamıza Anadolu’nun kadim kentlerinden Tarsus’tan başladık. Hıristiyanlığı, pagan Roma’nın resmi dini haline getiren Aziz Pavlus’un memleketine gittik ve orada iki ay süreyle çalıştık.
Ulaştığımız belge ve bilgilere göre, Tarsus’ta esrarengiz bir Amerikalı misyonerle bir Türk, bir yıl kadar önce define avcılığı yaparken önemli tarihi eserler bulmuşlardı.
Amerikalı (adı Paul Anderson’dı) gizemli bir misyonerlik örgütünün yöneticilerindendi.
Anderson, sonradan tarihi eser kaçakçılığı ile ilgili davanın görüleceği mahkemenin de teslim edeceği üzere çok iyi derece Türkçe biliyordu. Tarsus, misyonerler için Hıristiyanlık araştırmalarının en önemli şehirlerinden biriydi. Zira malum olduğu üzere Pavlus’un doğum yeriydi. Pavlus ise Kitab-ı Mukaddes profesörü uzmanlarca ilk Hıristiyan teolog sayılıyordu.
Romalı bir Yahudi komutan olan Pavlus, bazı kaynaklarda Hazreti İsa’nın 12 Havari’sinden biri, bazılarında ise 13. Havari olarak anılıyordu. İznik Konsili’nde kabul edilen ve “kanonik İncil’ler” denilen Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncil’leri onun öğretileri etrafında şekillenmişti.
Kanonik kabul edilmeyen bir İncil daha vardı: Barnabas İncili. Bu esrarengiz, kayıp İncil’in Hıristiyanlıkta makbul kabul edilmemesinde Pavlus’un, kitabın yazarı Aziz Barnabas’la anlaşmazlığa düşmesinin de etkisi vardı.
Amerikalı misyonerin Türk ortağı, pek çok istihbarat örgütünün kullandığı kaypak bir muhbirdi. Türkiye’yi il il dolaşıp misyonerlik faaliyeti yürüttüğünü ileri sürüyordu.
Yargı camiası, bu isme, Adana’daki bir siyasi cinayet davasından ötürü aşinaydı. Çünkü söz konusu dava, bütünüyle bu muhbirin kod isimle, gizli tanık olarak verdiği ifadeye göre kurgulanmıştı. Bizim araştırmamız sonucunda hazırladığımız raporun diline tercüme edersek, Pavlus’un öğretileri kanonik İncil’ler için neyse muhbirin itiraf ya da iftiraları Adana’daki davanın iddianamesi için oydu.Tarihi eserlerin bulunduğu yer Tarsus’un kenar mahallerinden birinde, üzerine eski bir ev inşa edilmiş bir arsa idi. Amerikalı misyoner, arsayı satın almış ve burayı evle birlikte kendi adına tescil ettirmişti.
Taşınmaz, SİT alanı içinde yer alıyordu. Yani korunması gereken bir kültür varlığı
statüsünde idi. Buna rağmen izinsiz müdahale ve restorasyon yapılmıştı. Bu, aslında bir onarımdan öte kaçak kazı faaliyeti idi. Ve maksat, arazi ve evdeki defineleri, yani kıymetli tarihi eserleri bulup yurtdışına çıkarmaktı. Amerikalı Anderson, kazı sırasında Roma ve Bizans dönemine ait çok değerli eserler buldu. Ancak eserlerin bulunduğundan, ne Tarsus Müze Müdürlüğü’ne, ne de eski ortağı Türk muhbire söz etti.Define işinde aldatılan muhbir de Amerikalı misyoneri gammazladı. Böylece define avcılığının öyküsü mahkemeye taşındı.Türkiye mahkemelerindeki dava klasörleri, tarihi eser kaçakçılığı öyküleriyle dolu elbette. Ama hikâyenin tamamını dinleyince göreceksiniz ki, böylesine kompleks bir doğal kurmacaya Türkiye gibi bir ülkede bile şahit olmak güçtür.
Tarsus Müze Müdürlüğü’nün müşteki sıfatıyla katıldığı dava, Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmüştü. Mahkeme, kararında sanık Anderson için şöyle diyordu:
“Sanığın, taşınmazı aldıktan sonra Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’na izin için başvuruda bulunduğu, talebin reddine karar verildiği, ancak sanığın buna rağmen yasaları hiçe sayarak kafasındaki planı uygulamaya koyduğu görülmektedir.”
Amerikalı Anderson’ın kafasındaki plan, kazı sırasında Pavlus’un doğum yeri Tarsus’ta Roma ve Bizans dönemine ait tarihi eserler bulmak ve bunları gizlice yurtdışına kaçırmaktı.
Ancak yalancı tanıklığın ve sahteciliğin karanlık gölgesinde şekillenmiş kumpas davaları bile ma-niple eden bir gizli tanığı, yani eski ortağı sahte Türk misyoneri öfkelendirdiği için bunu tam anlamıyla başaramadı. Eserlerin bir kısmını yurt dışına kaçırdı, ama birini –bir sütun başını– yakalattığı için yargılandı. (Gerçi asıl amacına ulaştığını araştırmamızın sonucunda öğrenecektik.)
Anderson, dava aşamasında mahkeme heyeti tarafından soruş-turmayı saptırmaya çalışmak, gerçek anlamda pişmanlık belirtisi göstermemek ve aksine çok normal bir şey yapmış gibi davranmakla suçlanmıştı. Davada dikkat çekici biçimde bilirkişi kirliliği de yaşanmıştı.
Dava konusu tarihi eserin değerinin saptanması için Tarsus’ta serbest arkeolog olarak çalışan birinden rapor istenmişti. Ancak bu arkeolog, muhtemelen Gülen Terör Örgütü ile irtibatlı olduğu için mahkemenin hayret verici olarak nitelendirdiği bir rapor hazırlamıştı.
Arkeoloğa göre dava konusu Bizans dönemine ait eser, neredeyse bir adi taştı. Ancak mahkeme bu raporu inandırıcı bulmadı ve üç kişilik yeminli bilirkişi heyetine eseri yeniden inceletti. Bu inceleme sonucunda eserin Bizans dönemine ait çok değerli bir kalıntı olduğu ortaya çıktı.
Eseri yurtdışına kaçırmak isteyen Amerikalı Anderson’ı koruyan bir rapor hazırladığı için bilirkişi hakkında da suç duyurusunda bulunuldu.
Sonuçta mahkeme sanık hakkında iki ayrı hüküm kurdu: 1. SİT alanına izinsiz müdahalede bulunmak. 2. Bu sırada bulunan tarihi eseri devletten gizlemek... Hükmün cezası hapisti. Ancak Amerikalı Anderson bu cezayı bile çekmemiş ve Türkiye’yi terk edip sırra kadem basmıştı.
Tahir Beyoğlu ve ekibi, tabii aynı zamanda bendeniz, uzun araştırmalar sonucunda Amerikalı Paul Anderson’ın o kaçak kazıda bulup yurtdışına kaçırdığı tarihi eserlerin tamamını tespit edebildik. Bunlardan hiçbiri ezoterik örgütlerin ve dolayısıyla Gizli İlimler Teşkilatı’nın ilgi sahasına girecek türden eserler değildi. Biri hariç... Evet, biri hariç...
Zira Anderson’ın bulduğu tarihi eserlerden biri, İznik Konsili’nden, yani 325 yılından beri kayıp olduğu ileri sürülen esrarengiz, efsanevi Barnabas İncili idi.
Aslında bu İncil’e, yalnızca tarihi eser demek de yanlış olur. Çünkü bunun çok ötesinde bir şeydi. Hıristiyanlık tarihini kökten değiştirecek, Katoliklik başta olmak üzere bütün İsevi mezheplerin en temel ilkelerini yerle yeksan edecek ve dolayısıyla sadece Vatikan’ı değil, Yunan ve Rus Ortodoks kiliselerini, hatta Fener Rum Patrikliği’ni derinden sarsacak bir kitaptı bu.
Efsaneye göre Pavlus Hıristiyanlığı’nın esaslarının belirlendiği ve Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri’nin Hıristiyanlığın kutsal kitabı olarak tescillendiği İznik Konsili’nden sonra sakıncalı bulunan Barnabas İncili, her nerede bulunduysa toplatılıp yakılmıştı. Oysa o tarihe kadar bu İncil, İskenderiye kiliselerinde okutuluyordu.
tüm gi, Konsil’den 41 yıl sonra Papa Damasus tarafından da yasaklandı. Kitabı ile birlikte Aziz Barnabas da adeta aforoz edilmişti. Öyle ki, yasakların ardından Engizisyon Mahkemesi, Avrupa’da Barnabas’ın adını ağzına alanı bile diri diri yakıyordu.
Kıbrıslı, varlıklı bir Yahudi ailesine mensup olan ve asıl adı Joseph (Yusuf) olan Aziz Barnabas’ın Hazreti İsa’dan öğrendiklerini yazdığı bu kitabın yasaklanmasının en önemli sebebi, Hz. İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak gören teslis inancı başta olmak üzere Hıristiyan teolojisinin temel unsurları ile çelişmesiydi. İddiaya göre kitap, daha ilk cümlesinde kanonik İncil’ler adı verilen dört İncil’de yer alan klasik Hıristiyan inancına aykırı ifadelerle başlıyordu.
İşte bu kadar önemli bir İncil, varlığından onca yıl bahsedildiği halde bir türlü bulunamamış bu nadide kitap Amerikalı bir misyoner ve tarihi eser uzmanı profesör tarafından Tarsus’ta bulunmuştu.
Araştırmalarımızın sonuna eriştiğimizde bizi sarsan üç gerçekle karşılaştık: Yapılan karbon testine göre İncil iki bin yıllıktı, yani gerçek Barnabas İncili idi.
İncil’i bulan Paul Anderson bir Kronosizm Tarikatı üyesiydi. Dolayısıyla kitabı bulduran, karbon testini yaptıran ve –teşbihte hata olmaz– Hıristiyanlığı sarsacak nükleer bombayı ele geçiren güç Kronosizm Tarikatı idi.
Üçüncüsü... Ahmet Yılmazalp ve üç Gizli İlimler Teşkilatı elemanı, Halep’te bir tarihi eser kaçakçısı ile buluşmak üzere iken öldürülmüşlerdi. Ve bu kaçakçı, GİT ekibini dünyanın neresine gitmiş olursa olsun Paul Anderson’a ve Barnabas İncili’ne ulaştıracak kişiydi.Tarikat’ın Barnabas İncili’ni neden ele geçirdiği sorusunun cevabına gelince...
Bütün dinlerin üzerinde bir çatı din kurma hayalinin peşinde idiler. Bunun için Hıristiyanlığın da aralarında bulunduğu dinleri itibarsızlaştırmaları elzemdi. Barnabas İncili, kanonik Hıristi-yanlığın ilkeleriyle çeliştiğinden Kronosistler için biçilmiş kaftandı.
Tarikat, kendisine yönelik istihbarat faaliyetlerini anında ha-ber alıp kontrespiyonaj yapabilecek güce sahipti. Gizli İlimler Teşkilatı’nın, Barnabas İncili ile ilgili istihbarat çalışmalarını tespit edince dört GİT mensubunu pusuya düşürerek öldürttüler.
Tek dünya devleti dedikleri şeyi kurabilmek için her şeyi yapmaya hazırlardı. Ve işin vahim tarafı, yaptıkları çoğu şeyden de bihaberdik. Varken yok gibiydiler. Öyle ki şayet GİT’in araştırmaları olmasa, içinden geçtiğimiz süreçleri Tahir Beyoğlu ile birlikte yaşamamış olsak Tarikat’ın varlığından bile kuşkuya düşebilirdim.
Olağanüstü muammalarla örülmüş bir paranoyanın girdabına girdiğimi sanabilirdim. Ne zamandan beri, hangi büyüklükte var olduklarını ve tam olarak ne yaptıklarını bilmek mümkün değildi. Kendi açımdan bildiğim tek şey, hayatımda var oldukları idi. Hatta hayatım onların senaryolarından oluşuyordu. Ben onların kurduğu bir hayatı, kaderi yaşıyordum.