İnsan hakları
Şu ara hemen herkesin en fazla üzerinde durduğu, okurken, yazarken veya konuşurken gördüğü veya kullandığı sözcükleri sıralamaya kalkışacak olsak muhtemelen karşımıza “demokrasi”, “adalet”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, “eşitlik”, “barış” gibi kavramlar çıkacaktır.
Son derece normal. Dünyanın her tarafında kargaşanın, kaosun hüküm sürdüğü, huzurdan ve güvenlikten gittikçe uzaklaşıldığı bir dönemde insanların bu sözcüklere yoğunlaşması arzularını, isteklerini, söylemlerini bu sözcükler üzerinden ifade etme çabaları elbette anlaşılabilir bir haldir.
Hem devletlerin, hem sivil toplumun, hem de bireylerin bu sözcükler etrafında bina edilen kurumlara ve kavramlara yönelik olarak koruyucu, kuşatıcı, destekleyici, geliştirici bir pozisyonda olmaları da insanlığın ve dünyamızın ortak geleceği bakımından çok önemli ve değerlidir.
Ancak bu kavramların ve sözcüklerin bazı devlet ve sivil toplum yapılanmalarınca diğerlerini edilgen kılmak, stratejik ve taktik hedeflere ulaşmak için bir baskı unsuru biçiminde kullanılmak gibi ne yazık ki bir olumsuz yönü de her geçen gün insanların zihninde belirginleşmekte; bu türden sistematik ve zorlayıcı kullanımlar kelimelerin ve kavramların anlam çerçevelerini de zayıflatmakta ve saygınlıklarına gölge düşürebilmektedir.
Özellikle insan hakları kavramı, bu erozyondan en fazla nasibini almakta, devletler birbirlerine karşı “insan hakları” temelli yoğun baskılama operasyonları yapabilmekte, bu şekilde hedef devletleri ve siyasetleri hem kendi kamuoylarında hem de uluslararası camiada zor durumda bırakmayı hedeflemektedirler.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de Büyükada’da görünürde insan hakları temelli bir araya geldiklerini ileri süren ve sadece aktivist olduklarını belirten bir grup polis tarafından gözaltına alındı ve mahkemeye çıkarıldı.
Kıyamet de bunun üzerine koptu. Almanya bu insanların sivil ve sıradan insanlar olduklarını ve içlerinde vatandaşı olanlar bulunduğunu ileri sürerek meseleyi diplomatik ve siyasi bağlamdan ekonomik ilişkileri gözden geçirmeye ve Türkiye’ye yönelik bir ablukaya kadar vardırmak istedi.
Sonra satır aralarında bunların gizli servis elemanı olmadıkları, yaptıkları çalışmaların casusluk kapsamına girmeyeceği gibi cümleler de kuruldu Alman yetkilileri tarafından. Ancak bu cümleler kurulurken aslında yapılanın bu olduğu, Türkiye’nin de kendi ülkelerinde birçok insanla bu türden faaliyet gösterdiği gibi bir aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmediler…
İnan hakları aktivistlerinin üzerinde çalıştıkları materyaller arasında Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritaların, Türkiye’de Gezi olayları benzeri sosyal hadise planlarının, bu türden olaylar olduğunda “aktivistlerin” nasıl davranacaklarına ilişkin eğitim ve bilgi notlarının normal insan hakları çabaları ile ilgisini kurabilmek mümkün müdür?
Yine hatırlanırsa Taksim’de otel odası kiralayan ve buraya bir otomatik bildiri düzeneği kurduktan sonra kayıplara karışan bir Alman daha haberlere konu olmuştu. Otomatik düzenekle meydana saçılan bildiri ise halkı devletine, yönetimine isyana çağırıyordu…
Şimdi tüm bunlar olup biterken bu türden davranışları bazı çılgın, sapkın adamların devletlerinden, devletlerinin yetkililerinden bağımsız ve sadece kendi istek ve arzuları ile insan hakları ihlallerini önlemeye çalışan gözü kara aktivistlerin faaliyetleri gibi mi ele alacağız?
İnsan hakları ihlallerine karşı bu kadar duyarlı olan bu adamların insanlığın öldüğü, hak sözcüğünün bile yasak olduğu ülkelere ve toplumlara yönelik nasıl bir faaliyetleri vardır ve oralarda ne yapmaktadırlar, bileniniz var mı?
Almanya işi bu kadar büyüttüğüne göre, acaba suçüstü telaşı içinde bir tavır olarak değerlendirmek mümkün müdür?
Bir de bizim devlet yetkililerimiz madem olay bu boyutlara ulaştı, hem iç hem de dış kamuoyunun olayları tam olarak anlaması için biraz daha detay vererek açıklama yapmaları daha doğru olmaz mı?...