İrfan sahibi var oldukça
Temmuz sıcağı meyveyi tatladığında Pervari’deki köyünden Bahçesaray’a çıkagelirdi Anter Amca. Yorgunluktan ağırlaşmış adımların ardında, kronik deliliği toynaklarında sürüyen katırı olurdu.
Büyükbabalardan miras ahbaplığı sürdüren yaşlı adamı sevinçle karşılardık.
Etrafı saran biz çocukların arasında kapıya yanaştıklarında; hayvanın sırtından hep iki yassı küfe inerdi. İçi kırmızı, “Taif” cinsi, nefis üzümle dolu koca sepetler.
Boşalsın veya boşalmasın mutfakta iki gün bekletilmesi adettendi bunların. Böylece, konuğun birkaç gün kalması garantilenirdi.
Tabi o zaman aralığı, sevimli ihtiyarın yumuşak cevaplarını çekmem için eşsiz bir fırsat olurdu!
Anter Amca’nın günü evden biraz ötede, meyve bahçeliğinde bulunan tarihi çeşmede dinlenerek geçerdi. Orada namaz kılar, dolaşır, düşünceye dalardı. Öğle öğününe gelmeyince de yemek yanına götürülürdü.
Yine geciktiği bir günde, üstünde üç küçük alabalık olan bir tabak pirinç pilavı, doğranmış salatalık, yoğurt, peynir ve tandır ekmeğinden oluşan menü, tepsiye konup bana verilmişti. Yaşamımın yedinci yılıydı ve taşıdığım yemekle menzile varmayı başarmıştım.
Namaz taşında kestiren yaşlı adama sesimi duyurduktan sonra, sahibi alana dek kuşlardan korumalıydım tepsiyi. Elimdekini duvara koyduktan sonra, oturup bekledim. Çeşmede olmaya daima gönüllüydüm ya sıkılmak yoktu.
Yine de beşik tonozlu damı epey aşınmış pınara yalnız gelmekten korkardım. Bunun sebebi kuytuda bekleyen görünmez bir cadıydı.
Çocuklar kaynağa fazla yaklaştığında duman gibi bastonuyla ayak bileklerini tutup suya çeker ve derine kaçırılan, gün yüzünü bir daha asla göremezdi. Ne anne babası ne de arkasından ağlayan kardeşlerini!..
Odağa her yönelişimizde yinelenen senaryonun başrolüydü cadı. Bu tekrardan dolayı, çocuk dünyamızın kanlı canlı olmasa da saydam maydam gerçekliğiydi işte!
Su, gözden taşıp iki çanak oluktan köpüre çağlaya havuza dökülür; oradan da betona gömülü üç ayrı kanaldan araziye süzülürdü. Tarihi çeşme sadece bizim değil, gelip geçen yolcunun, misafirin, hayvanın da bedenini, ruhunu serinleterek akardı. Kıyısına çöküp saatlerce sesine ve havuz zemininde, renkli taşları geçerken dalgalanan saydamlığa durabilirdi insan.
O gün, iki dizimi kollarıma sarıp abdest alan dedeyi izlemeye koyulmuştum. Gömlek yenlerini öyle özene bezene katlamasına ne gerek vardı ki! Şöyle tek hareketle çekiverirdi ya insan! Çoraplarını çıkardıktan sonra, pantolon paçalarını aynı dikkatle kıvırmasını da pek tuhafsamıştım!
Hele betonun su basamağında aldığı abdest görülmüşten değildi. Adamcağızın yavaş hareketlerle suya yaklaşması; civardaki tüm araziyi yeşertecek kadar güçlü akan bollukta, nazikçe avuçlarına aldığı sıvıyı gerektiği kadar kullanma dikkati, yüzüne ve diğer uzuvlarına dökerken ki yumuşaklık, suya kutsal bir varlığa dokunurcasına gösterdiği saygı beni de sarsmaya başlamıştı.
İlginçtir, küçücük bir çocuk olmama rağmen, yaptığı her hareketin anlamını bana tek tek açıklıyormuş gibi hissedip yavaştan anladığımı hatırlıyorum.
Hayatım boyunca o kadar güzel abdest alan, anlatan birini hiç görmedim.
Namaza duracakken kıyafetini, daima başında olan takkesini, duruşunu öyle bir düzeltmişti ki, kelama dökmek kabil değil. Namaz hareketlerinin manası hakkında bilgisiz olmama karşın, ihtiyar adamın ötelerden, güzel bir şeyler gördüğüne emindim.
İbadeti bitirip yaklaşınca, yemeğini ikram edişi hoşuma gitmedi değil. Fakat zihnim hâlâ normale dönmemişken bir hayırdan fazla konuşmak istemiyordum.
Besmelenin ardından sağ eline aldığı kaşığı önündeki pilav tabağına yöneltmiş, içine ne az ne de çok miktarda yemek alıp yavaş çiğnemelerle yemişti.
Kaşığı tutuşunda, yemeğe daldırışında, ağzında koyuşunda bile doğal bir nezaket vardı. Ansızın düşen pirinç tanesi olup da tabakta oluşan yatay, çizgisel boşluğu bozduğunda, sonraki hareket düzeni sağlayan devamla geliyordu.
Ben tam biraz daha sürse de şu balıklardan biri tepeden aşağı düşüp yense diye düşünürken film kopmuş ve Anter Amca bir parça ekmeğe sardığı peynirle öğünü sonlandırmıştı. Elhamdülillah demesi ile şaşkın kelimelerim “Ama… Neden balıkları da yemiyorsun Anter Amca, hadi onları da ye… tatları çok güzel!..” diye haykırmıştı.
”Doydum; ömrün uzun olsun.” deyip orda bıraktıydı!
Bugün dönüp baktığımda hayatımın en öğrenici anlarının o okul görmemiş, irfan sahibi adamın yanında gerçekleştiğini anımsıyorum.
Kısacık boyu, kırışıklarla dulu yuvarlak yüzü ve dizleri yamalı ter temiz pantolonuyla evimizin aziz misafirlerindendi.
Bir ağaçkakan gayreti ile sıraladığım sorularımı sonuna kadar dinleyip, öz cevaplarla merak dindiren, muaşeretine dil olmuş marifetle dünyanın yükselten değerlerini sergileyen bir müeddepti.
Şimdi dijital medya olanakları ile ekranlarda boy gösteren davranış bozukluklarına, yıkıcı ahlaksızlığı çağıran seslere ve ipi kopuk nefislere bakadururken Anter Amca’yı ve onun tek satır yazı bilmeden yaşadığı fıtri ahlakı düşündüm.
Ardından, bir kez daha emin oldum ki irfan sahibi var oldukça, tahsil vasıtasıyla körüklenen cehalet de dâhil her yanlış düzeltilir… Ve kervan duraksamadan, arşın arşın yazar zamanı.