Kalabalık bir sofra gibisi yok

-Bu haftanın ilk yazısında, iki yıl önce yazdığım bayram yazımı yeniden paylaşmak istedim.-

Bazı sözcükler vardır, kullanırız, üzerinde düşünmeyiz.

“Sofra” da onlardan biri.

Güzel ama kimsesiz sözcük.

Tanımı “yemek için hazırlanmış durum” olsa da, sofra varsa içinde insan da vardır.

Az da değil, kalabalıktır sofra.

Bayram sabahı sofrada çay, börek şart, sonra ne varsa.

Bayram öğlen sofrasında bütçe neye izin verdiyse.

Bayram akşamı, mutlaka misafirle bütünleşir sofra.

Hepsi aslında aynı şeydir: İnsanların birbirlerine yakınlaşması.

(Mustafa Kemal pek çok önemli kararını önce saatlerce süren sofralarında tartışırdı. Bilirdi ki o masanın etrafına kolay oturulmaz.)

İletişimin sıcaklığı ile insanın sıcaklığı aynı kaynaktan beslenir. Sofra da özetidir.

Hiç unutmam mesela;

Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ında Estella’nın teyzesi Bayan Hevisham’ın terk edildiği düğün sofrası çok acıklıdır.

Hiç dokunmamıştır o sofraya. Masa, üzerindeki tüm yiyeceklerle birlikte örümcek ağlarıyla kaplıdır.

O sofranın donmuşluğu ağlatıcı haliyle içine işler insanın.

Bir de Erdal Atabek’in “İnsan Sıcağı” kitabındaki en unutamadığım bölüm durur aklımda.

Doktor olan Atabek, 12 Eylül’ün tutukluluk günlerini yazar kitabında.

Koğuş arkadaşlarının sorguya götürülüp geri getirildiklerinde yaşadıkları titremeyi anlatır.

İşkence görmüş arkadaşlarının titremesini ne yapsalar geçiremezler.

Üzerine kat kat yorgan örterler geçmez.

Sobanın ateşini güçlendirirler geçmez.

Taa ki koğuş arkadaşları ona sarılana kadar. İşte o zaman titreme kesilir, beden sakinleşir.

Atabek hatırladığım kadarıyla anısını şöyle bitirir:

“İşte o titremeyi geçiren, insan sıcağıdır. Ne güneş, ne de kömür sıcağına benzer insan sıcağı.”

Diyeceğim o ki, her bayram, nerede olursak olalım, insan sıcağına yakın olmak lazım.

Bayram sofraları da insan sıcağını yaşattığı için anlamlı.

Sofralar ne kadar kalabalık olursa, birbirine o kadar yakın olunur.

Kocaman dünyada, baş döndürücü kalabalıkta yalnız olmadığını hisseder insan.

Bu bayram ve her bayram kalabalık sofralarda oturmanız dileğiyle…

 

KARTLAR YENİDEN DAĞITILIRKEN…

Siyasette klasik ifadedir, kartlar yeniden dağıtılıyor.

Şimdilerde de öyle oluyor, oyun kurucu kartları yeniden dağıtırken, yeni duruma göre plan kuran da var, durumun farkında olmayan da.

Erdoğan ve ekibi cumhurbaşkanlığı adaylığında rakip olarak Kılıçdaroğlu’nu istiyor. İşlerinin öyle daha kolay olacağını düşünüyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı seçimde zorlama olasılığı olanları ise Kılıçdaroğlu aday yapmayacağını açıkça ilan etti.

Ona göre ya büyükşehirleri yönetmek Türkiye’yi yönetmekten daha önemli ya da büyükşehir başkanlarının Erdoğan karşısında şanslarının olmadığına inanıyor.

Sanırım ilk ben yazmıştım yine o noktadayım, Kılıçdaroğlu sürpriz bir ismi aday göstermeye kararlı görünüyor. Büyük risk alıyor.

 

AKLIMDAKİ SORULAR

Bir, Cumhurbaşkanı Erdoğan kendi partisindeki gençlerin otomobille ilişkisini masaya yatırsa iyi olmaz mı?

Daha lüks otomobilinde burnuna “pudra şekeri” çeken çalışan unutulmadan, Aydın Gençlik Kolları’ndan bir yönetici arabasında sağa sola ateş etmesiyle gündem oldu.

Otomobiller, erkekler ve iktidar sorunu konusunda bir saptamam var da buraya yazılmaz.

İki, Afgan komutan ABD’nin, Afganistan’ı terk etmesinin askerler arasında “terk edilmişlik duygusu”na neden olduğunu söylüyor. O duyguyu hissetmek ayrı, bunu bir komutanın itiraf etmesi ayrı trajedi değil mi?

Üç, Nurseli İdiz, menajer Özgür Aras’a hakaret edince mahkemelik olmuşlar. Bunda sorun yok. Sorun, Aras’ın başvuru dilekçesine yazdığı “sosyal medya üzerinden kendisine çokça destek mesajı geldiği”ni belirtmesi.

Ne olacak şimdi, kime daha fazla destek mesajı gelirse mahkeme onu mu haklı bulacak? Sosyal medya diye yeni bir mahkeme mi kuruldu?

Dört, Bodrum’da BOTAV var, amaçları Bodrum’u tanıtmak. Yapacak iş bulamamış olacaklar ki toplanmışlar ve Bodrum’u cazibe merkezi yapacaklarını açıklamışlar.

O açıklamayı yaptıkları sırada Bodrum’da insan etine basmadan denize ulaşmak mümkün değil.

BOTAV’ı sıcak çarpmış olabilir mi?

Beş, Sözcü Gazetesinin ilk sayfasında başlık: “Kurban’da salgın kısıtlaması var mı?” Başlığın altını okuyorsun, “kurbanda kısıtlama olacak mı endişesine getirilen açıklık iç sayfada” yazıyor.

“Azzz Sonra” tv haberciliğinin gazeteye yansıması değil mi bu?

Altı, yılların gazetecisi Rahmi Turan, “Teknoloji eski yıllarda bugünkü gibi değildi, ama daha iyi gazeteciler, daha iyi yazarlar vardı” demiş. Altına bin, yüz bin imza atarım, siz atmaz mısınız?

Yedi, birkaç ay önce oyuncu Kubilay Aka’dan söz etmiş, “Yan rollerde çok iyi ama başrol adamı olamaz” demiştim. Başrol oynadığı dizi, sekiz bölümde final yapmış.

Benim gördüğümü yapımcılar ve tv yöneticileri görmüyorlar mı, görüyorlar. Bile bile bu yanlışı neden yapıyorlar?

 

İLETİŞİM KONTROL LİSTESİ

Okurlarımdan H. Ş. Instagram’dan mesaj atmış. Özeti şöyle:

“İyi biriyim, herkesin yardımına koşuyorum. Ve fakat sıkı arkadaş/ dost edinemiyorum. Yalnız kalıyorum. Ne tavsiye edersiniz?”

Karakterinizde sorun yoksa geriye kalan her şey iletişim meselesi. Buraya bir iletişim kontrol listesi bırakıyorum;

Bir, daha çok konuşuyor, daha az dinliyor olabilir misiniz?

İnsanlar çok konuşan insanlardan kaçarlar, kendisini dinleyecek insanlar ararlar. Daha az konuşup daha çok dinlemeye çalışın.

İki, her çağırdıklarında gidiyor musunuz?

Sakın yapmayın. Nezaketen çağırıyor, gerçekte “gelemem” demenizi bekliyor olabilirler. Dahası, her çağırdıklarında gidiyorsanız boş, işsiz güçsüz izlenimi uyandırıyor olabilirsiniz.

Üç, herhangi bir konuda size sorulmadan fikrinizi mi söylüyorsunuz?

Bu çok rahatsız edici. Bırakın insanlar ne düşündüğünüzü merak etsin.

Dört, bir buluşma ya da sohbette kararında bırakıp kalkıyor musunuz, yoksa sonuna kadar kalıyor musunuz?

Ortak zamanın da bir kararı var, dikkat edin belki de insanları bıktırıyorsunuz. Hep ilk kalkan siz olmaya gayret edin.

Beş, çok şey bildiğinizi düşünüyor, onları da herkesle paylaşmak mı istiyorsunuz?

Vazgeçin. Bildiğiniz her şeyi anlatmak zorunda değilsiniz. Konuşurken kendi anlattıklarınıza değil, karşınızdakilere odaklanın. Sizi dinlemeyenler de, dinliyor görünenler de belli olur.

Altı, insanları güldürmek ya da eğlendirmek için çaba mı harcıyorsunuz?

Yapmayın. Çoğu insan bu yolda iticileşir. Size anlatılan komikliklere gülmeye özen gösterin. Komik olmasa da yapın, empati kurun.

Yedi, kasmayın. Eleştiriyi de, tartışmayı da büyük olay yapmayın. Kaslarınızı gevşettiğinizde hayat daha güzel akacak emin olun.

Özetle; vazgeçilmez bir dost/arkadaş olmak mı istiyorsunuz, konuşmalarınızı azaltın, dinlemenizi ve güler yüzünüzü artırın.

 

MUĞLA CİVARINDA TATİL BİR İŞKENCE: 1

Bodrum, Marmaris, Fethiye gibi ilçeleri olan Muğla ne güzel bir şehrimiz.

Ve fakat, uzun bayram tatillerinde, bir de pandemi hapishanesinden çıkmışsanız tatil demek işkence demek.

Çünkü;

Bir, plajda yer bulmak için sabahın körü yola düşüyorsunuz.

İki, halk plajlarında yer bulmak olanaksız, özel plajlara ödeyecek paranız yok.

Üç, marketlerde maske neyse de, mesafe diyecek olsanız kocaman bir yumruk yemeye hazır olun.

Dört, marketlerde aradığınız ürün hep tükenmiş oluyor.

Beş, otomobile binmek varmak anlamına gelmediği gibi, varmayı başarsanız da park yeri bulmak olanaksız.

Altı, çaya çorbaya koyacağınız suyu bile satın almanız gerekiyor.

Yedi, düzensiz olarak sularınız kesik, su varsa elektrikleriniz yok oluyor.

(Devam edecek.)

 

ŞURAYA YAZIYORUM

Şenol Güneş basın toplantısı yaptı. Baştan sona tuhaf cümleler. Boş laflar.

Dinlerken, “yazık adama” dedim, “bir iletişimcisi olsaymış, bu kadar saçma cümleler kurmazdı.”

Mesela “İtalya maçında eziklik ve özgüven kaybı oldu” dedi! İkisi de birden bire ortaya çıkmaz, hemence kaybolmaz.

O eziklikten sorumlu takım mentorları ve antrönerler kaç lira maaş alıyor haberiniz var mı?

Dediler ki, “iletişimcisi var, söylediği şeyleri zaten kağıttan okudu.” Yazıp önüne koymuşlar!

İletişim işi yapanlar bu kadar da kötü olamaz diyecektim, vazgeçtim, oluyor çünkü.

TFF ve “Milli Takım” konusunda fena kokular alıyorum. Bu konuda yazmaktan vazgeçmeyi de düşünmüyorum.

Bu kafayla sonumuz gelecek yıllarda da hüsran hep hüsran. Şuraya yazıyorum.

 

AKLIMDA KALAN

“Geç oldu, az oldu, güç de oldu ama oldu” düşüncesi: NTV’de sevgili Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’nun programına konuk olduğumda altını çizdiğim bilgi şöyleydi: “Olağanüstü durumlarda strateji ve taktikler tek bir kurumun üzerine yıkılamaz. Ülkemizde pandemiyle mücadele Sağlık Bakanlığı’na terk edildi. Bu yanlış. Tüm kesimler dahil olmalı. Özel sektör, STK’lar, kanaat önderleri vs.” Dediklerimin önemi geç de olsa anlaşılmış olacak ki, kamu spotlarında inandırıcılığı yüksek isimler yer almaya başladı. Futbol kulüpleri ortak bir aşı olmaya çağrı yayınladı.   

Diğer Yazıları