'KAYBOLDUK'

Doğada yön bulma işaretleri vardır.

Kaybolursak, gece bile yıldızlara bakmamız yetebilirdi yönümüzü bulmaya.

Müslüme.

3 yaşında. Kayboldu. 10 gün sonra minik bedeni evinden kilometrelerce uzakta bulundu.

Gözaltına alınan dedeye kin kustuk, midemiz bulandı. Neyse ki tutuklandı da paşa gönlümüz rahatladı.

Minik Bayram da kaybolmuştu 6 yaşında. 14 yıldır yok.

Suriyeli Muhammed 11 yaşındaydı. Kafası taşla ezilmiş bulundu.

6 yaşındaki Zehra’nın cesedini bir çuvalın içinde buldular.

Irmak 3,5 yaşındaydı. Bulunduğunda istismar edilip öldürüldüğü anlaşıldı.

Daha çok. Sadece Türkiye’de değil, her yerde çocuklar kayboluyor.

En çok da mülteci çocuklar. Arayanları bile yok, kimsesizlikten.

Minicik korunaksız bedenler. Kolunun altına koyup taşıması kolay.

Tecavüze uğruyorlar, dilencilik yaptırıyorlar, fuhuş pazarına atılıyorlar, organ mafyası tarafından parçalanarak satılıyorlar.

İçiniz yanmıştır okurken. Piyasaya yeni bir “efsane indirim” gelir, tüm iç yanmalarımız gider.

Çok değil çeyrek yüzyıl önce bir çocuk kaybolduğunda “Oyuna dalmıştır gelir birazdan” denirdi, gelirdi de.

Çocuğu sokağa bırakıp işe güce dalabiliyordu anneler, komşuya “Bizimkine göz kulak ol” demek yetiyordu iç rahatlığına.

Bugün kaybolan çocukların eve gelme ihtimalleri çok az. Başlarına bir şey gelme ihtimalleri çok fazla.

“O zaman dünya küçüktü” diyenler olacak, dünya aynı dünya. İnsanlar değil.

Çocukların kayboluşu insanlığın kayboluşudur. Nokta.

Politikacılar kayboldu. Büyük laflar bataklığında yittiler.

Kendi politik ormanlarında nereye gideceklerini bilemeden kendi gölgelerini takip ediyorlar.

Kırılan buz parçalarının arasındaki soğuk suya düşüp gözden kayboluyoruz.

Çünkü “toplum” denen bütünü, “birey” denen tekile feda ettik.

“Tüm”den gelecektik, “tüm”e varamadık.

Toplumsal parçalanma, bireysel kaybolmadır. Herkes “ben kazanacağım” hırsını bırakıp acilen “değerler masası” etrafına oturmalı.

İşte bu, vahşi ormanda kaybolunca başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmakla aynıdır.

Birbirimizi bulduğumuzda, kaybolmayız.

Umut var.

Metrodaki bıçaklı saldırganın, “o metrodaki herkesin hayatını tehdit ettiğini” söyleyerek tutuklanmasını isteyen savcı Fatma Yörük’ün kahramanlaşması en güzel kanıttır.

 

GÖRMEYİNCE YAŞAMIYORLAR MI?

Medyanın insanlara yaptığı en büyük kötülük, gerçekleri çerçevelemesidir.

Der ki “Sen koltuğunda otur ben sana gerçekleri getiririm.”

Böylece o çerçevenin içinde olanı var, olmayanı yok sayar insan.

Dünyayı ekranda gördüğü kadar algılar.

Şimdilerde Polonya sınırına yığılmış göçmenlerin dramları yaşanıyor ama görmediğimiz için yoklar.

Hava soğuk. Bebekler ölüyor, çocuklar aç ve susuz, insanlar sefil. ABD, AB ülkeleri duyarsız.

Göçmenlerin Polonya sınırına gitmelerine yardım eden Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko, BBC’ye, “Askerlerimiz sığınmacıların Avrupa’ya geçmesine yardım ediyor, çünkü sığınmacılar bizim ülkemize değil sizin ülkenize gitmek istiyorlar” dedi.

Türkiye’nin yapması gereken de bu. Kim, hangi ülkeye gitmek istiyorsa serbest bırakmak.

Unutmayalım, hiç kimse evini terk eden insanlar kadar çaresiz olamaz.

 

SALGINI DA KENDİMİZE BENZETTİK

Covid’in o varyantı bitiyor, bu varyantı başlıyor. Ölümler azalmıyor, insanlar sıkılıyor. Aşıya güven eriyor.

Belli ki varyantlar dizi dizi gelecek. Birileri bundan keyif alıyor.

İyi de biz ne yapacağız?

Kendimizi ve çevremizi koruyacağız.

Maske, mesafe, hijyen üçlüsüne geri döneceğiz.

Aşı olmanın sağlığımızı koruma kalkanı olduğunu ama virüsü taşımamıza engel olmadığını bileceğiz.

Kendi aşılarımızı tamamlamış olmak, başkalarının da tamamladığı anlamına gelmiyor unutmayacağız.

Biz kendimizi korursak virüs de arkamızdan kovalamıyor sonuçta.

 

NEDEN AMA NEDEN?

Bir, yeni yapılan bir araştırmaya göre Mustafa Kemal’e şükran duyan halkımızın oranı yüzde 92’ymiş.

Herkes oranın yüksekliğine bakıyor da neden kimse varlığını Mustafa Kemal’e borçlu olan o yüzde 8’i kafaya takmıyor?

İki, metrodaki bıçaklı saldırgan olayında bıçağın metroya sokuluşu tartışılıyor. Metro güvenliği suçlanıyor.

Neden kimse, Eminönü’nden bıçak alan kişi evine bunu nasıl götürecek onu sormuyor? Sorun metroya bıçakla binmekte mi, aramızda manyakların kol geziyor olmasında mı?

Üç, Müslüme cinayetine yayın yasağı getirilmesi tartışılıyor da neden medyanın suçlu ilan etmesi, yargı kararı vermesi gibi abuklukları tartışılmıyor?

Dört, katıldığı törende cinsiyetçi dil kullanan Brezilya Devlet Başkanı Bolsonaro yerine oturunca eşi kulağını çekti. Bolsonaro da “Bu akşam kanepede uyuyacağımı biliyorum” dedi, gülüşüldü.

Neden bizim de Brezilya siyasetçileri gibi komplekssiz siyasetçilerimiz yok?

Beş, “kriz dönemlerinde sözcü dışında kimse konuşmasın” ilkesini iktidar milletvekilleri neden dinlemiyorlar, yoksa krizi ciddiye almıyorlar mı?

Altı, profesörlüğü sahte çıkan Zulâl Atalay’ın doçentliği, yüksek lisansı da sahte çıkınca neden herkes kadını tartışıyor da o uzun süreçte rolü olanları tartışmıyor?

Yedi, farklı markaların reklamlarında aynı isimler oynuyor.

Cem Yılmaz Hepsiburada ve Opet reklamında, Gülse Birsel Axess ve Supradin’de, Serenay Sarıkaya Mavi ve  Akbank reklamlarında oynuyor.

Aynı anda birden fazla dizide oynayan da var, bu dizide ölüp yan dizide dirilen de.

Neden aynı kişiler etrafında dönüyor dünya? Seyirciyi zerre umursamıyorlar da ondan mı?

Sekiz, neden kimse spor medyasının tüm başlıkları büyük takımlar üstünden atmasını tartışmıyor?

Küçük Anadolu takımlarının burnundan kıl aldırmayan büyükleri hezimete uğratması daha büyük haber değil mi?

 

“ALMANCI”LAR 60 YAŞINDA

27 Kasım 1961’de Almanya’ya ilk işçi göçü gitmişti. Koşullar ağırdı ama yaşamak için şarttı.

O günlerde bir tanıdığı Almancı olanlar şunları hatırlar;

Postacı yolu gözlemek mektup gelince ve de zarftan fotoğraf çıkınca duyulan mutluluk.

Alman çikolatası beklemek.

Hediye oyuncak bebek ya da kurmalı araba getirildiğindeki sevinç.

Mabet muamelesi gösterilen Mercedes.

Almanya’da kanalizasyon işçisinin köyünde kral muamelesi görmesi.

 

ÇIKART KULAĞINDAN O SESİ, KALBİNDEN “O YAZ”I

Zerrin Özer hastanelik oldu. Sinir krizi diyen de var, intihar girişimi diyen de.

Nedeni önemsiz, önemli olan efsane bir sesin göz göre göre heba olması.

Instagram hesabıma bunu yazdım, “Kültür Bakanı dâhil kimse bir şey yapmıyor” dedim.

Şöyle mesajlar aldım: “Kendi kendini mahvediyor”, “O kendini korumuyorsa Kültür Bakanı ne yapsın”, “Kendi suçu” vs.

Bizi bu cevaplar çürütecek.

Zerrin Özer. Öyle bir ses bin yılda bir gelir. O bizim hazinemiz. Başına gelen her şey bizim hayatımızdan götürüyor.

Anlaması bu kadar mı zor?

Bakanlık dâhil, kim elinden ne geliyorsa onu çukurdan çekmek için yapmalı. Ben talibim.

O mesajları yazanlar ya Zerrin Özer dinlememiş ya da dinlediyse hepsini kulağından çıkarıp geri versin çünkü o güzelim sesi hiç hak etmemiş.

 

BULDUM

Yazıyla sorunumun kaynağını en üretken yazarlardan Hakan Günday’da buldum.

Son kitabı “Zamir” hakkında konuşurken, yazma konusuna giriyor.

“Bir romanı yazarken belli bir süre sonra o metinle öyle yoğun bir ilişki oluşuyor ki sonrasında o cümleleri birinin okuyacağı aklıma bile gelmiyor” diyor.

Hâlbuki ben ne zaman yazmaya otursam, cümlelerimi birilerinin okuyacağı aklıma geliyor, yazmayı bırakıyorum.

 

SERGEN’E OLACAKLARI YAZMIŞTIM

Geçen yılın harika takımı Beşiktaş kötü günler yaşıyor.

20 Eylül’de bir Sergen eleştirisi yazmıştım, böyle devam ederse kötü günler geleceğine dairdi.

1 Kasım’da da yazmıştım.

Olacakları önceden biliyor diye bana Kassandıra lakabı takanlar var. Mitolojide, olacakları önceden söyleyen tanrıçaya benzeten.

Geçen yıl şampiyon olan Beşiktaş’ta farklı ne var? Yok.

Yönetim aynı.

Teknik ekip aynı.

Oyuncular iyi transferlerle güçlendirilmiş ama omurga aynı.

Öyleyse ne oldu?

Ülkemiz sporunda hep olan neyse o oldu.

Başarıyı elde etmeyi biliyorlar, sürdürülebilir başarıyı beceremiyorlar.

Sürdürülebilir olmayan başarı değersizdir.

Değişmeyen koşulu da disiplin, hedef odaklılık ve bütünlüktür.

En başta Sergen Yalçın “coin” derdine düşüp hedefi şaşırınca, başarıyı şımarıklığa doğru evirip disiplinden şaşınca bütünlük de bozuldu.

Üstelik her biri birbirinden kötü ve tutarsız açıklamalarla daha da batıyor.

Yazık.

 

AKLIMDA KALAN

Rüyalarımıza reklam yerleştirilmesi: Bir bira markası ilk denemeyi yaptı, artık rüyalara reklam alınacak. Bilinçaltını reklam mecrası yapıyorlar. Freud’un kemikleri sızlamıştır, kesin. Kaçacak yer kalmadı. Politik karar vericiler ortamı şirketlere terk etti. En çok üzüldüğüm ise bu uygulamanın en güzel yalanlarımızdan birinin sonunu getirecek olması. Birini aramak istediğimizde şahane bahaneydi, “Seni rüyamda gördüm” demek. Şimdi karşımızdaki “reklam alsaydın görmezdin” diyecek.

Diğer Yazıları