''Kendi korkularımızdan korkmalıyız''
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sesli mesajı aklıma Franklin D. Roosevelt’i getirdi.
ABD’nin 1932-1944 arasında dört kez seçilen başkanı.
1945’de görevi sırasında ölmeseydi belki bir daha seçilirdi.
ABD’de başkanların iki kez seçilebileceği kuralı da ondan sonra kondu.
Roosevelt’in bu kadar sevilmesinin “başlangıç noktasına hassas bağlılık” ilkesiyle bir ilgisi var.
“1929 büyük kriz”inin pençesine düşmüş Amerika’da ülkenin dörtte biri işsizdi, intiharlar artmıştı.
Umutsuzluk ve korku iklimi hüküm sürüyordu.
Roosevelt böyle bir ortamda seçim kampanyası yaptı.
Altın çağını yaşayan radyodan güven veren, sakin ses tonuyla “Kendi korkularımızdan korkmalıyız” diyordu.
Korku hüküm sürerken liderlerin önemi daha da artıyor.
Televizyonlardan sürekli uyarı yapıldığı halde, sokağa çıkanlara şaşıranlar var.
Halbuki bu durumun iki basit nedeni var;
Birincisi, başta televizyonlar olmak üzere medyaya güven en alt düzeyde.
Kaynağına güvenmeyen, mesaja güvenir mi?
İkincisi, “evde kalın” uyarısına uymayan kitlenin profili.
Onlar televizyonda haber/belgesel izleyenler değil ki. Müge Anlı’cılar, Fatih Ürek’çiler.
Üstelik. Sokağa çıkan ve ilk kez görülmüş gibi şaşırılan bu kitle zaten hep oradaydı. Duvar dibinde, kahvehane sandalyesinde, cami avlusundaydılar.
Bu kitleye söz dinletecek bir tek kişi vardır, o da Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Uyarı, telkin ve tedbirleri ondan almaya alışık insanlara, onun mesaj vermesi dışında yol yok.
HER YERDE CORONA VAR, MEDYADA YOK
Herkes herkese “evde kal” diyor ya, doğru evde kalınması lazım.
Evde ne var?
İş güç, televizyon ve internet.
İnternet pazartesi itibariyle online eğitime odaklanacak. Yetişkinlere az internet kullanımı uyarıları yapılıyor.
Netflix gibi kanallar internetteki yükü azaltmak için görüntü kalitesini düşürecekler.
Kalacak geriye, uydu kanalları ve kablo tv.
Ve fakat.
Dünyanın her yerine yayılan virüs, bunların medya içeriklerine zerre bulaşmıyor.
Hiçbir televizyon kanalı son 15 gündür izleyici kitlesinin değiştiğinin farkında değil.
Yani artık evde sadece ev kadınları yok. Çocuklar, onların çalışan anneleri, evden çalışanlar, işsizler vs. var.
Kitle değişti, içerik aynı, değişmiyor;
“Müge Anlı ile Tatlı Sert”, “Gerçeğin Peşinde”, “Gelinim Mutfakta”, “Kuaförüm Sensin” gibi düzeyi yerlerde sürünen programlar…
“Zuhal Topal’la Sofrada”, “Seda Sayan’la Yemekteyiz” gibi adaptan habersiz, çemkirmelerle dolu programlar aynen devam.
“Survivor” desen, sanki uzayda bir yerdeler, dünyanın geri kalanı umurlarında değil.
“Sosyal izolasyon”dan habersiz reklam içeriklerinde partiler, arkadaş grupları. “Bizim sosyal sorumluluğumuz nerede” diyerek reklamını yayından çeken yok.
Kablo Tv’nin bu süreçte sinema kanallarını ücretsiz yapmak aklına bile gelmiyor.
Gazeteler sosyal medyanın basılı hali, siyasi habersizlik canlarına minnet.
Televizyonlarda konuklu programların çoğunda korunma mesafesini dinleyen yok.
Konuğuyla dip dibe oturup “mesafenin korunması”ndan dem vuruyorlar.
Diziler desen sanki senaristleri uzayda yaşıyor.
Basın toplantılarına bakıyorsun, “yaa arkadaş bu durumda neden kapalı ortamda toplanıyoruz” diyerek çözüm üreten yok.
Dışarıda ya da online basın toplantısı kimsenin mi aklına gelmez?
Televizyon yöneticisi arkadaşlara sesleniyorum;
Bir, izleyici kitleniz değişti, siz de değişin.
İki, içeriğiniz yoksa ardı ardına eski Yeşilçam filmleri yayınlayın. Kimse şikâyet etmez emin olun.
HER ŞEY DEĞİŞİR Mİ?
“Corona virüs sonrasında dünya eskisi gibi olmayacak” diyenler var.
Onlardan değilim.
Beklentilerim küçük benim.
Şimdiye kadar kendisini steril, diğerlerini mikrop gören ABD-Avrupa, gerçeğin başka türlü olduğunu anlamış olsun yeter.
Ölenlerin ve savaşların uzaklarda olduğunu, kendisine hiç bulaşmadığını düşünen teflon ABD-Avrupa, uzak olan yakındır anlasın yeter.
Çıkardıkları savaşlarda çocuklar ölürken gözlerini kapatan ABD-Avrupa, virüsün çocuklara bir şey yapmayarak verdiği mesajı anlasın yeter.
YAPILMASI GEREKEN ÜÇ ŞEY
Bir, Cumhurbaşkanı Erdoğan güven veren konuşmalar yaparak, gidişatta korkunun paniğe dönüşmesini önlemeli.
İki, corona virüs Bilim Kurulu kurumsal olarak siyasallaşmadan kalıcı hale getirilmeli.
Üç, bu süreçte işini kaybedenlere, ekonomik sıkıntı çekenlere elimizden geldiğince yardım etmeliyiz.
“Altı adım kuramı”na göre dünyadaki her insana altı kişi uzaktayız. Biz değilse bizim arkadaşımız ya da onun arkadaşı işsiz kalmış birini mutlaka tanıyordur, yardım edelim.
SIKILMAYI NASIL BAŞARIYORLAR?
Evdeyim ya. Önce “oh” dedim, “dünya yansa içinde yorganım yok.”
“Atarım kendimi yatağa öğlene kadar, o da olmadı akşama kadar yataktan çıkmam” dedim.
“Zaten tombikliğe doğru gidiyordum” dedim, “sevdiğim her yemeği pişirip bir güzel yerim, tostoparlak çıkarım bu süreçten.”
“Kitap okurum, olmadı pencereden bakarım, o da olmadı boş boş tavana bakarım” dedim.
Kaç gün oldu, ne yataktan istediğim vakit çıkabildim ne de bir kitabı başlayıp bitirebildim.
İşler bitmiyor arkadaş, hemen akşam oluveriyor.
Akşam yatağa yorgun giriyorum.
Sıkılmayı nasıl başarıyor sıkılanlar, anlayabilmiş değilim.
EVDE NE YAPILIR?
Evinize “evim mahpushane içinde ben mahkum” muamelesi yapmak yerine, fırsat bu fırsat diyerek;
Bir, yeni bir dil öğrenin ya da eskiden bildiğiniz dili geliştirin.
İki, bir konuda derinlemesine uzmanlaşın. Sinema, arıcılık vs. gibi.
Üç, merak ettiğiniz bir yeri turist rehberlerine taş çıkaracak kadar iyi bilin.
Dört, puzzle yapın, acayip zihin geliştirir ve corona sonrası kolay kandırılmazsınız.
Beş, resim yapmayı deneyin. Öyle çıkıp tuval, boya falan almadan. Evdeki kağıtlara, evdeki kalemlerle. Belki içinizde bir Picasso yaşıyordur da haberiniz yoktur.
Altı, evdeki eski bezleri keserek ya da iplerle paspas dokuyun. Alet edevat gerekmez, kafanızı kullanın.
Yedi, şimdiye kadar kulaktan dolma bildiğiniz Türkiye tarihini okuyun.
PEK SEVDİM
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sağlık çalışanları için hazırladıkları alkış videosunu pek sevdim, o kadar ki gözlerim doldu.
“Biz farklıyız” diyen Avrupa’ya da, “farklılıkların altını çizelim” diyen politikalara da “hiçbir farkınız yok aslında”nın hatırlatılmasını sevdim.
Bilim Kurulu’nun veteriner üyesi Prof. Dr. Mustafa Hasöksüz’ü sevdim. “Marketten aldığınız poşeti yalamıyorsanız virüs size geçmez, yeter ki elinizi ağzınıza sürmeyin” demesine hasta oldum. “Bu virüs peşinizden koşup sizi yakalamaya çalışmaz” demesine ise bittim.
Mustafa İslamoğlu başta olmak üzere İlahiyatçılarımızın bilime önem veren vurgularını sevdim.
Mustafa Kemal’in “En hakiki mürşit ilimdir; fendir” sözünün devamındaki “İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır” ifadesinin de hatırlanmış olmasını sevindim.
“Ankara mı, İstanbul mu?” sorusuna “Eskiden olsa Ankara derdim. Okulumu yıktılar. Ne Ankara ne İstanbul” diyen Cem Yiğit Üzümoğlu’nu sevdim, ki zaten hep severdim.
AYIKLA PİRİNCİN TAŞINI
Pazar sabahı bir enerji bombası olarak uyandım.
Halbuki üzgünken, kızgınken ve de enerjikken telefona el atmayacaksın diyenlerdenim.
Unuttum.
Instagram hesabımdan “Acaba buradan iletişimin sihri kursu mu açsam” diye soruverdim.
“Evet evet” diyenler yağmur olup yağmasın mı?
Kamerayla ikimiz birbirimizden zerre hazzetmezken nasıl olacak bu iş?
Dahası, birinin gözünün içine bakmadan cümle kuramam ben.
Oturdum pirincin taşını ayıklıyorum.
Üniversitenin online eğitiminde bile, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi ses kaydı yapıp telefonla ders anlatmayı düşünmüyor değilim.
ŞAŞIRDIM
Bill Gates’in 2015 yılında “Bilgisayar dünyasında savaş oyunları yerine bakteri oyunları oynamak lazım” dediği halde, bir tek bakteri/virüs oyunu çıkarmamış olmasına,
“Geleceğin iyi ya da kötü olması bize bağlı” gibi klişe ifadelerle dolu Yuval Noah Harari’ye “asrın filozofu” muamelesi yapılmasına,
Basın toplantısında palto giyerek insanları uyardığını sanan Kanada Başbakanı Trudeau’nun, üşütmenin corona ile ilgisi olmadığını bilmemesine,
Bağışıklığı güçlendirmede spor yapmanın, soğan sarımsak yemekten daha etkili olduğu bilgisine,
Salgın sonrası ilk teneffüste “81 okula 810 forma” dağıtacağını söyleyen THY’nin bu kadarcık forma sayısıyla üzülen çocukların, sevinen çocuklardan fazla olacağını bilmemesine şaşırdım.
AŞK NÖBETÇİLERİ
“Akdeniz yaraşıyor sana
Yıldızlar terler ya sen de terliyorsun”
dizelerini eşi Güler için yazmıştı Can Yücel.
Sevdiği adamın ardından ona mâl edilen asılsız şiirleri yalanladı, hayranlarını ağırladı Güler hanım.
Bir büyük aşkın nöbetçisi olmuştu şair öleli beri. Nöbeti bıraktı gitti.
Sonra Muhterem Nur gitti, Müslüm’ünün ardından.
Hayatı boyunca en huzur bulduğu adam gidince, yaşıyor sayılmazdı zaten.
Eşine yapılan haksızlıkları süpürdü, sildi bir güzel.
Sonra onun da bitti aşk nöbeti, çekti gitti sevdiğinin gittiği yere.
“Aşk nöbeti” diye bir şey var, onu sadece aşkları kendilerinden önce gidenler bilir.
AKLIMDA KALAN
23 Nisan’ın 100. Yılı: Şimdi içinizden “23 Nisan’ı düşünecek hal mi kaldı?” diyorsunuzdur. Benim de “Belki de virüsü yayarak 23 Nisan çarpmıştır bizi” diyesim geliyor. Şaka bir yana, vazgeçtim festivallerle kutlamaktan yan yana durabilecek miyiz o gün bakalım? İşte kaldı 32 gün!