Keyfi gıcırlara can sıkıcı bir yazı!
Yazacaklarım belki kimsenin hoşuna gitmeyecek.
Son referandumda 'Evet' diyenler de kızacak belki, 'Hayır' diyenler de.
Yazının yayınlandığı sitenin linki Twitter’dan paylaşıldığında Fav’layanlar da az olacak, RT’leyenler de...
Lâkin yazmak zorundayım...
“Alkımın Altından Kimse Geçemez” kuşağı altında bir üçlemenin ilk kitabı olan Kâfirûn romanımı okuyanlar bilir, hatırlayacaktır. Bilmeyenler için o romandan bugüne ve belki 2019 Başkanlık Seçimi’ne kadar olan süreci anlamamıza faydası olacağını düşündüğüm bir pasajı, Müfit Hoca’nın siyasi mülâhazasını paylaşmak istiyorum.
Buyrun...
****
Müfit Hoca, meşrutiyeti de cumhuriyeti de görmüş, İstiklal Harbi’nde mebusluk yapmış, cephedeki kahraman ordularımızın mansûr u muzaffer olmaları için gözyaşlarıyla ettiği dualara Meclis’te âminler yükseltmiş, Ali Şükrü Bey’in vuruluşundan Hamitli Rıza Bey’in idamına pek çok cenazeler kaldırmış, Kemal Paşa’nın Ulu Önder, İsmet Paşa’nın Milli Şef oluşuna şahitlik etmiş, Serbest’inden Terakkiperver’ine, Millet’inden Demokrat’ına kadar hangi parti kurulmuş olursa olsun, hiç birinin gölgesi gövdesinden büyük Halk Partisi’ne denk düşemeyeceğine kanâat-i tâmme ile imân etmiş idi.
Halk Partisi’nin gölgesi memleket sathını kaplamış, kimseye kaçacak delik, sığınacak liman bırakmamıştı. Sûreti sîreti, sıfatı lâfızı ne olursa olsun “ondan olma bütün partiler” renkli bardaklara doldurulmuş su gibi, Halk Partisi’nin tezâhürlerinden ibaretti. Halk Partisi bu memleketin ilk ve her zaman tek partisi olmuştu, seksen sene de geçse gene öyle olacaktı.
Bu hakikati belki sadece iki zıt grup değiştirebilirdi; Aklı başında İttihad-ı İslamcılar ile Komünistler. Bunlardan birincisi hissiyâtta meyelân, ikincisi heyecândı. Meyelân eskiydi, düne aitti ama köklüydü, memleketin neresinde toprağı eşelesen o kökten bir damar bulabilirdin. Fakat heyecân ise yeniydi, havâiydi, kalıcı değil uçarıydı, en mühimmi ecnebiydi, Komünizm’in ne idüğün bilen insan sayısı, bir elin parmaklarından fazla değildi. Zaptedilmesi, el altında, göz hapsinde tutulması kolaydı. Fakat bir anlık ihmâl, meyelânın da heyecânın da göz açıp kapamadan seyelâna ve heyelâna dönüşmesi için yeterdi.
Fırsatını bulursa, Halk Partisi’ni seyelân boğar, heyelân gömerdi.
Öteki partiler, Halk Partisi’nin hangi rengine bürünürlerse bürünsünler, mühim değildi.
Amma Halk Partisi var kalmak istiyorsa, bu ikisini her zaman ve zeminde yok etmek, ilkinin kökünü kurutmak, ikincisinin önünü kesmek zorundaydı.
Gerçi milletin meyelânı bir ara kabarıp Demokrat Parti’yi iktidar, Celal Bayar’ı Reis-i Cumhur, Adnan Menderes’i Başvekil yapmış ise de, bu vaziyet, yağmur çekildikten sonra güneşin ışığıyla gökkuşağının oluşmasına benzer göz bayıcı bir hâlden ibaretti. Hakikatte İsmet Paşa çalıyor, Celâl Bayar oynuyordu. Kurdukları partinin sözü Demokrat da olsa, özü Halk Partisi’ydi. Şimdi zıt gibi görünüyor olsa dahi, bu dönem olmasa bile öteki dönem iş değişecek, Demokrat Parti aslına rücû edip Halk Partisi neyse ona dönüşecekti. Millete vaadettikleri şeyler, Alâim-i Semâ altından geçme masalıydı. Fakat gel gör ki, gök kuşağının altından kimse geçemezdi. Her şeyin aslı ne ise o kalırdı, ne dönüşebilirler, ne dönüştürebilirlerdi. Kuş uçar, balık yüzerdi. Yılan deri değiştirir amma yine de yılan kalırdı. Fıtrat ne ise o bâki kalır, tabiat değişmezdi, eninde sonunda aslına rücû ederdi.
Milleti nâhak yere kandırıyor idiler. Jön Türkler de, İttihatçılar da öyle yaptılardı, koskoca Osmanlı’yı alâim-i semâ altından geçirme hevesine düşüp hem kendilerini, hem milleti kandırdılar idi.. O zamanın abesle iştigâlini, her sonra gelen tevarüs etmiş, nihayet o gafil miras, şimdi Demokrat Parti’ye devrolunmuş idi. Olacak âşikârdı. Zaten daha şimdiden Halk Partisi’ne benzemeye başlamamışlar mıydı? O ne yaptıysa, aynısını yapar oldulardı baksanıza! İsmet Paşa neyse, Celâl Bayar da o idi. Görmemek için kör olmak icâb ederdi. Sonu baştan belliydi bu maceranın cancağızım.
Bu i’râbda mahalli olmayan tek zavallı ise, Adnan Menderes’ti. Heyhât ki Menderes, İsmet Paşa ve Celal Bayar gibi siyaset kurdu değildi. O biçâre, gökkuşağının rengini kendinden, memleketteki gölgeyi partisinin heybetinden zannediyordu. Menderes siyasetin kurdu değildi, hülyâya dalıp ‘Ebem Kuşağı altından geçtim, tabiatımı değiştirdim’ diyen ilk mektep talebesi hükmündeydi. Elbet nâgâh uyandırılacak, sopayı da yiyecek Menderes’ti.
Hâsıl-ı kelâm, ifade-yi merâm o idi ki; kendisi görür müydü bilmiyordu ama âkıbet hoş değil hayli nâhoş idi.
***
Alıntı buraya kadar.
Merak eden evvelini âhirini romandan okuyabilir.
Bu roman üzerine televizyonda söyleştiğimiz gazeteci arkadaşlar, Müfit Hoca’nın “80 yıl geçse de değişmeyecek” sözünden yola çıkıp, “Ak Parti de mi Halk Partisi’nden doğan partilerden?” diye sormuşlar, bencağız da “Evet, istisnasız bütün partiler.” demiştim.
Hâlâ aynı kanaatteyim.
Çünkü istisnasız bütün partiler; sağcısı solcusu, islamcısı milliyetçisi, Sezai Karakoç’un Diriliş’i dahil ne kadar parti varsa, hepsi Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurduğu siyasi sistemin rükünleri ile kuruldular. İsmet Paşa’nın Batı blokuna girebilmek adına camilere mahyalarla Welcome’lar yazdırarak Amerikan muhriplerine temennâ çakmakla kalmayıp Tek Adam’lığı bırakarak çok partili sisteme geçmek mecburiyetinden bugüne kadar kaç parti kuruldu ise, Müfit Hoca tabiriyle hepsi “renkli bardaklar içine konulmuş su”dan ibaret kaldılar.
Her şey değişti; hava, toprak, su, ateş ve insan...
Değiştiler, öldüler, gelip geçtiler ama, esvâbı sağından solundan yırtılıp yamalansa da bir tek şey dipdiri kaldı:
Siyasi sistem!
Adına ne derseniz deyin, parlamenter deyin, bürokratik oligarşi deyin, vesayet deyin, gizli sosyalizm yahut feodalizm deyin, isimler de değişti, fakat o öz, o maya, o hamur değişmedi.
Bu yüzden; CHP 1946’da jandarma gözetiminde Açık Oy, Gizli Tasnif yöntemiyle yapılan seçimden sonra, Bülent Ecevit dönemine kadar iktidar yüzü görmese de her zaman muktedir olarak kaldı.
Bu yüzden; DP’den AkParti’ye kadar hiç bir iktidar, Anayasa’yı değiştirebilecek sandalye ile Meclis’e girse de muktedir olamadı.
Bu öyle bir siyasi sistem idi ki, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü bile gölgeler arkasına itecek kudreti kendisinde buldu ve merhum Attila İlhan’ın tabiriyle Türkiye’de “Atatürkçülük ve Kemalizm adı altında sapına kadar İnönücülük” yapıldı.
Sistemi değiştirmek uğruna ne hevesler, ne canlar, ne ocaklar battı.
Menderes ve arkadaşlarını idama gönderen kanun; ona düşman Talat Aydemir ile Deniz Gezmiş ve iki arkadaşını da ipte sallandırmaya yetti.
O sistemin; her şey değişse de darağaçlarının üç ayağı üstünde nasıl dipdiri ve dimdik kalabildiğinin hikayesinden bir faslı da Kâfirûn’un devamı olan Sarı romanında anlatmaya çalışmıştım.
İmdi...
Son referandumu, çevresinde kopan vâveylâyı, tek adamı dekadanı, YSK’yı TSK’yı, havayı sokağı ve dahi tencere tavayı, hattâ yazar Aziz Nesin’in matematikçi oğlu Ali Nesin’in sosyal medya lincine tutulduğu facebook mesajlarını ve ona gelen yorumları yeniden düşünün!
Belki kopan gürültünün ne kadar lüzûmsuz, edinilen düşmanlıkların ne denli aptalca olduğunu görmeye yarar!
“Belki üstümüzden bir kuş geçer
Kanadından bir tüy düşer
İner döne döne gökyüzünden”
Bi umut be Leylâ?