KGF’den çıkan bir “iktisada giriş” dersi...
Denge iktisatçıların en sevdiği, en çok kullandığı kavram. Elbette denge, tanımı farklılaşmakla birlikte neredeyse her alanda “istenen durum”u ifade etmek için kullanılan bir ifade. Lakin özellikle fizik ve iktisat için biraz daha farklı bir anlamı olduğu söylenebilir. Tam da bu yüzden (bazılarına göre) bu iki bilim birbirilerine oldukça yakındır. Fizik için de iktisat için de temel amaçlardan biri “denge varlığının” ispatıdır. Zira denge hem “kararlı” bir durumu hem de “durağanlığı” içerir. Bu iki bilim de denge varlığı ispatında benzer matematiksel yöntemleri kullanırlar. Daha doğrusu iktisat fiziğin kullandığı yöntemleri kullanır. Şunu hemen söyleyelim iktisatın bir bilim olarak yükselişi hukukun gölgesinden çıkıp fizikle yakınlaşması ile başlamıştır. 19. yy başlarına kadar iktisat hukukun altında bir disiplin olarak kalmış dolayısı ile normatif alanın içerisinde sıkışmış durumdadır. Bu alandan çıkıp matematiği kullanmaya başlaması iktisatı bir disiplin olmaktan çıkarıp bilim haline getirmiştir. Elbette bunda zamanın ruhuna uygun bir biçimde fiziğe yaklaşan disiplinlerin “bilimleşme”sinin de payı vardır. Denge ile ilgili bir diğer mesele de, “şayet var ise” nasıl bir şey olduğunun (olacağının) anlaşılması ve pratikte nasıl bir karşılığı olduğunun analiz edilmesidir. Bu hem kararlılık (yani
denge durumu) bozulduğunda sistemin nasıl davranacağını (yani yeniden dengeye gelip gelemeyeceğini) hem de sistem dışı müdahalelerin etkisini anlamak için çok önemlidir. Şöyle basit bir örnek verelim. Ay Dünya’nın yörüngesinde, Dünya’ya belli bir uzaklıkta ve belli bir hızda dönmektedir. Fizik bize bunun nasıl mümkün olduğunu izah eder. Üstelik bunu Dünya ve Ay’dan bağımsız olarak soyut bir düzlemde bir genel sonuç olarak gösterir. Kararlılığın şartlarını bu genel sonuçlarla öğreniriz. Bununla birlikte fizik hangi kütlede bir gök taşı, hangi hızla ve hangi yönden Ay’a çarptığında bu durağanlığın nasıl değişeceğini de söyler. Ay yörüngeden tamamen kopup boşluğa savrulabilir, daha uzakta farklı bir hızla yeni bir yörüngeye oturabilir veya Dünya’nın çekim gücünden kaçamayacak kadar yakınlaşıp Dünya’ya çarpabilir. Dediğimiz gibi bu soruların hepsinin cevabı fizikte var. Adam Smith (İskoç felsefeci) iktisat biliminin babası olarak bilinir. Henüz iktisatın hukuğun altında olduğu dönemlerde 1776 yılında ünlü Ulusların Zenginliği kitabını yayınlıyor ve iktisat
biliminin temellerini atıyor. Tabii ki kitap bir yığın mevzuyu içeriyor ancak en çok kullanılan ve akılda kalanı “görünmez el” kavramı. Aslında daha önce de kullandığı bu ifade bu kitapla yaygın bir biçimde konuşulur hale geliyor. Gerçekte “görünmez el” piyasaların nasıl dengeye geldiğinin “normatif” (en azından pozitif olmayan) bir izahı. Aslında cevabını aradığı soru fiziktekine çok benzer: Bir denge var mı? Varsa koşulları ne? Bu denge nasıl sağlanıyor? Ancak cevap yöntemi fizikten çok uzak. Yine de bir başlangıç olması açısından elbette çok önemli. Smith bu sorulara cevap ararken çok önemli birkaç sonuç çıkarıyor. Bunlarda ilki piyasaların (serbest rekabet koşulları altında) daima dengeyi bulacağı ve bunun “kararlı” bir denge olacağı. İkincisi ise bir toplulukta tüm bireylerin serbestçe kendileri için en iyi olanı
yapmalarının o topluluk için de en iyi sonucu ortaya çıkaracağı. Tabii ki yaptığı büyük katkıları hakkını vermemiz gerekir ancak şunu da söyleyelim ki bizler bugün bu sonuçların her zaman doğru olmadığını biliyoruz.
Smith’den sonra iktisat “bilimleşme”ye başladığında öncelikle “piyasa dengesi”nin varlığı sorusunu cevapladı. Hangi koşullarda bir dengeden söz edileceği, bu dengenin ne anlama geldiği ve yine “kararlı” olup olmadığı gösterildi. Bunlarla beraber piyasalar bir şoka maruz kaldığında (tıpkı göktaşının aya çarpması gibi) hangi koşullarda dengenin nasıl değişeceği, hangi durumda yeni bir fiyatta dengeye geleceği, hangi durumda uzaklaşsa bile baştaki dengesine döneceği veya hangi durumda dengeden tamamen uzaklaşıp bir daha “kararlı” duruma gelemeyeceği gösterildi. Bir başka sonuç ise dengenin her zaman istenilen durumda gerçekleşmeyeceği oldu. Gerçekten de bir denge durumu (yani bir “kararlı” durum) gerçekleşebilir ve bu neredeyse kimsenin tercih etmediği bir durum olabilir. Yani “kötü denge” mümkündür. Diğer yandan aynı koşullar altında birden fazla denge de mümkündür ve bunlardan biri diğerlerinden daha tercih edilir olabilir ancak piyasa en kötüsünü de bulabilir. O zaman aslında iktisat için önemli olan sadece dengeyi anlamak değil nasıl bir denge olduğu sorusuna da cevap vermek. Hatta daha da önemlisi kötü bir denge durumundan (ki denge malum bir “kararlılığı” da ifade eder) daha iyi bir dengeye geçmenin mümkün olup olmadığı sorusuna da cevap bulmak. İşte bugün hala cevabı üzerinde uzlaşılamayan iktisatın belki de en zor sorularından biri bu. Çok özetle bazıları kötü dengenin “kararlı” olamayacağını ve piyasanın “iyi denge”yi kendisinin bulacağını iddia ederken, diğerleri bir dış müdahale olmadan bunun mümkün olamayacağını ya da mümkün olsa bile “çok uzun” bir zaman alabileceğini söylüyorlar. Biz şunu belirtelim; geçmişten bu güne ülkeler ne zaman yaygın anlamda böyle bir sorunla karşılaşmışlarsa bunları müdahale yolu ile değiştirmeyi tercih etmişler. Örneğin tarım alanında belli yıllarda belli ürünlerin piyasalarında
bu tür bir sorun ortaya çıktığında bunu devletin müdahalesi ile düzeltme yoluna gidilmiş hatta bu düzenli ve kalıcı bir uygulama haline gelmiş. Ya da 1929 Büyük Buhranı’ndan çıkışta (ki dengelerin “en kötüsü”dür) yine devlet müdahalesi tercihe edilmiş. En güncel örnek 2008 kirizi. Hem Merkez Banka’larının hem de hükümetlerin uygulamalarını hep beraber yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Yani her ne kadar bazı iktisatçılar bunu uzun dönemde daha zararlı görse de pratikte uygulama çoğunlukla “müdahaleci” oluyor.
Türkiye ekonomisi 2016 yılının ikinci yarısında zor bir tablo ile karşı karşıya idi. Aslına yılın başından itibaren bazı olumsuz sinyaller geliyordu ancak 15 Temmuz darbe girişimi sonrası bu zor tablo iyice belirginleşti. Türk Halkı’nın bu işgal girişimine destansı karşı duruşu ülkeyi uçurumun kenarından alıp yeni bir başlangıcı ateşledi. Bununla birlikte bu hain girişimin ekonomik alanda oldukça negatif etkileri oldu. Aslında ortaya çıkan sonuç kısa süreli de olsa belirsizlik ortamının yarattığı bir olumsuzluktan ibaretti. Yani Türkiye ekonomisi kısa bir süre de olsa bir “kötü denge” durumu ile karşı karşıya kaldı. Hükümet ve ekonomi yönetimi hızlı bir reaksiyonla piyasaları rahatlatıcı mesajlar vermeye çalıştılar. Bu mesajlarda vurgu istikrarın devam edeceği yönünde oldu. Ancak yine de karar alıcılar açısından zor bir ortam
olduğunu da kabul etmek gerekir. Tabii ki sadece ülke içindeki problemler değil dış müdahaleler de olumsuz beklentileri ateşledi. Özellikle malum derecelendirme kuruluşlarının fırsatı kaçırmadıklarını hatırlatalım. Sonuçta Türkiye’yi uzun yıllar sonra bir çeyrekte negatif büyüme ile karşı karşıya getiren bir durgunluk yaşandı. Aslında ekonominin içinde bulunduğu durum bunu hak etmiyordu ancak tüm tarafların (tüketiciler de dahil olmak üzere) bir miktar daha güvenli (safe) davranmayı tercih etmeleri, yatırımların bekletilmesi, nispeten yüksek bedelli harcamaların ertelenmesi, kredi kanallarının daralması, yabancı sermaye girişinde yavaşlama gibi gelişmeler durgunluğun derinleşmesine yol açmıştı. Piyasa tam bir mahkum ikilemi oyunu içerisinde gibiydi. Herkesin kendisi için en güvenli olanı seçmesi yine herkes
için istenmeyen bir sonucu doğurmuştu. Bunu o günlerde de yazdığımız için burada bir kez daha tekrarlayalım. Türkiye ekonomisini yönetenlerin o gün yapmaları gereken vakit kaybetmeden genişletici maliye politikası yolu ile bu ikilemden çıkılmasına yardımcı olmak idi. Yani “kötü denge”yi bozup ekonominin daha iyi bir yerde dengeye gelmesine yardımcı
olunması gerekiyordu ancak maalesef bu yapılmadı. Sıkışma özellikle mali alanda kendisini daha fazla gösterir olmuştu. Zira 2016’nın son altı ayında bankaların verdiği krediler reel olarak neredeyse aynı kalmış, mevduat artışı reelde negatif gerçekleşmişti. Doğal olarak bankaların ne mevduat toplamak ne de kredi vermek için fazladan bir çabası yoktu.
Kredilerin geri dönüşlerinde de yüksek olmamakla beraber sorunlar yaşanmaya başlanmıştı.
2016 yılının sonuna doğru tablo ciddi bir sıkışmışlığı gösteriyordu. Bankalar risklerini minimize etmek için kredi teminatlarını arttırmıştı, bu koşullar bazı firmalar için karşılanamaz hale gelirken karşılayabilenler ise zaten bir miktar belirsizliğin olduğu bir ortamda yeni yatırımlar için bu teminatları risk etmekte hevesli değillerdi. Daha vahim olan gelişme bazı sektörlerdeki firmaların bu durgunluk tablosunda var olan kredi borçlarını ödemekte zorlanmaya başlaması idi. Konut kredilerinde ve tüketici kredilerinde de risk bir miktar artmış durumdaydı. Bu bankaları daha temkinli hale getirirken firmaları ve bireyleri finansal anlamda daha zor bir durumda bırakıyordu. Yani tam bir mahkum ikilemi durumu.
İşte Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) Hazine Müsteşarlığı üzerinden 200 Milyar TL’ye çıkarılması bu kötü dengeyi bozan ve ekonominin bu ikilemden kurtulmasını sağlayarak tıkanıklığı açan bir karar oldu. Aslında KGF ekonomide olan kaynakların sistemi işletecek biçimde el değiştirmesini engelleyen, içinde bulunulan durumu tersine çevirmiş ve kaynakların tekrar hareketlenmesini sağlayan kanalı açmış ve bu yolla gerçekten vahim sonuçları olabilecek
“kötü denge”yi bozup ekonominin daha iyi bir durumda yeni bir dengeyi bulmasının yolunu açmıştır. Bunun üzerini basarak tekraren ifade edilmesi gerekir. KGF sisteme yeni bir kaynak enjekte etmemiştir. Ve yine tekraren ifade etmek gerekir ki bu karar Türkiye ekonomisini durgunluk tehlikesinden kurtaran bir karar olmuştur. Elbette %7,4’lük büyüme tamamen bununla açıklanamaz ancak şayet KGF sisteme bu şoku verip hızlandırmasa idi sonrasında alınan tedbirlerin etkisi çok sınırlı olacaktı. Bu uygulamanın asıl önemi buradadır. Belki birkaç sözü de o gün bu karara karşı çıkanlar ve engellemeye çalışanlar için etmek lazım. Neydi gerekçeleri? Bu garanti altında alınan krediler geri dönmezdi. Bu kaynak üretimden daha çok ev, araba alımına gidecekti. Bu yolla ekonomi gereksiz ısınacak bu da enflasyonu azdıracaktı. Daha da devamı var ancak bu kadarı yeterli olacaktır. O gün bunları söyleyenlerin (ki bu kişiler sadece piyasa oyuncuları, bankacılar veya her şeye muhalifler değildi) bugün 7,4 lük büyümeyi “sahiplenip” KGF’yi göklere çıkarmaları gerçekten çok manidar. Şunu hemen belirtelim; krediler geri ödeniyor, büyümede sanayinin ve ihracatın payı her zamankinden
daha yüksek, bu krediler de öyle ev, araba almaya falan gitmemiş görünüyor. Son söz; bu tür müdahalelere kategorik olarak karşı çıkış son derece yanlıştır. Piyasa bazen kötü dengeye oturabilir ve ekonomi bir bütün olarak sıkışabilir. İşte bu tür durumlarda kilidi açacak ve oyunu değiştirecek müdahaleler kaçınılmaz olabilir. İktisatçılara düşen bunun
“ekonominin ezberlenmiş gerçekleri”ne uymadığını söylemek değil en etkin biçimde nasıl uygulanabileceğine dair kafa yorup katkı sağlamalarıdır. Umarız KGF iyi bir ders olmuştur. Bu kararı alan ve destekleyenlere teşekkür ederken diğerlerine de bunu bir “vaka” olarak alıp, üzerine çalışmalarını öneririz.