KİME OY VERECEĞİZ?

Günlerdir siyaseti analiz etmeye, sahip olduğum bilgiyle uyumlamaya, düşüncemi en anlaşılabilir biçimde nasıl yazacağıma takılmış duruyordum.

Oscar ödül törenindeki bir ayrıntıda “tamam” dedim, “işte bu.”

Lady Gaga sahnedeydi. Dünyanın gözleri önünde, spotların altında tüm sadeliğiyle şarkı söylüyordu.

Bir kot pantolon, sıradan bir tişört.

Yüzünde hiç makyaj yoktu. Saçları, her kadının ev halinde öylesine topladığı saçlarının tıpkısıydı.

Hepimiz gibiydi, “gösteri kraliçesi.”

Hem de ne gösteri! Kırmızı etten yapılmış elbisesi unutulmaz. Yardımsız yürüyemediği tuhaf ayakkabıları, kocaman bir uydudan yapılmış giysisi.

Kariyerinde abartılı gösteriden beslenen Lady Gaga, sahnede, bir liseli kızdan bile daha gösterişsizdi.

Törene gelirken son derece şık bir kostüm vardı üzerinde, makyajlı bir yüz.

Eteğine takılıp düşen muhabiri herkes izlerken o koşarak gidip kaldırdı.

Sahneye çıkarken her zaman yaptığının tam tersini yapmıştı. Kostüm giymek yerine kostüm çıkarmış, makyaj yapmak yerine yüzünü yıkamıştı.

Saçlarını beş kuaföre yaptırmak yerine, yapılı saçı bozmuş öylesine örüvermişti.

Aklıma annem geldi, ben Lady Gaga’nın bu haliyle sokağa çıktığımda “Ayıp kızım, biraz kendine bak” diye söylenirdi, o derece.

Bu kez “gösteri”nin diğer ucundaydı, “sahi” olan tarafında.

Bu çarpıcı sadelik rastlantı olamazdı, sonuçta bizim popçulardan değildi, bir mesajı vardı.

Sonra gündemimize, kucağımdaki soruya döndüm: Kime oy vereceğiz?

Kafası net olanlar kadar kafası karışık olanlar var. Sonucu onlar belirleyecek.

B.Barber seçmenin ne yaşadığından bağımsız, kime oy vereceğine indirgenmiş demokrasiyi “cılız demokrasi” olarak tanımlıyor.

Kutsal bildiğimiz demokrasiye “son kertede kamu olanaklarının özel çıkarlara taksimi işi” diyor.

Benim siyasete mesafemi açıklayan tam da bu.

Cılızlık, popülizmden beslenir. Gerçeklere değil, gösterilene bakar. Geneli değil özeli önemser. Toplumu değil kişileri gözetir.

Siyasi ortamımız hastalıklı halde. Seçmeni, olmak istemedikleri pozisyonlara sokan bir dayatma var, hem iktidarda hem de muhalefette.

CHP’ye oy vermek isteyip Saadet Partisi’ne milletvekili vermek istemeyen seçmenle, MHP’ye oy vermek isteyip HÜDAPAR’a milletvekili vermek istemeyen seçmen ruh kardeşi oldu.

Ortam karmaşıklaştıkça “net” olanın, “gösteri” abartıldıkça “sade” olanın önemi artar.

 

SİYASET VE MEDYA ARASINDAKİ FARK

Televizyon ve gazete köşelerinde siyasi analizler yapan gazetecilerle dolu medyamız.

Analizde, kulis bilgisinde kaldıkları sürece sorun yok.

Ve fakat, hiçbiri de orada kalmıyor arkadaş!

Liderlere, partilere (hoş bloklaşma nedeniyle ortada parti de kalmadı ya) akıl vermeye, riskler, fırsatlar belirlemeye vardırdılar işi.

Daha da fenası, siyasetçiler de onları ciddiye alır oldular.

Neyse ki seçmen, gazetecileri ciddiye almıyor.

Gazetecilerin yazıp ettiklerine göre söylem belirleyen oynak siyasetçi doldu ortalık.

Oysa “Medya Demokrasisi” kitabının yazarı Thomas Meyer çok basit bir gerçeğin altını çizer:

Siyaset süreci zamana ihtiyaç duyar, hemen, şimdi diyemez. Zaman ise medyanın düşmanıdır, hemen, şimdi ister.

Bu ikisi arasındaki fark, yönetemezseniz ölümcüldür.

 

NEOLİBERAL HASTALIK

Devletlerin başındaki en büyük tehlike neoliberalizm denen hastalıklı anlayıştır.

Tüm derdi zengin daha zengin, daha denetimsiz ve kuralsız olsun üzerinedir.

Elbette bunu böyle söylemez, özgürlük vs. gibi güzel ambalajlar kullanır.

Özü şudur: Devlet küçülsün, devletin yaptığı işleri özel sermaye yapsın.

O kadar ki, devletin ortaya çıkış nedeni olan güvenlik, sağlık, eğitim gibi temel işlevlerinde de devlet ortadan kalksın, şirketler bu işlevleri yapsın isterler.

İnsan için de insanlık onuru için de en tehlikeli anlayış budur.

Gözbebeğimiz Kızılay’ın başına gelenler, masum bir yardım kuruluşunun holdinge çevrilmesi en somut örnek.

Neoliberalizm, çadır ihtiyacı olan insana kâr-zarar ilişkisi üzerinden bakar.

Bir başka somut örnek hastanelerden polislerin çekilip yerlerine özel güvenlik konulmasıyla artan sağlık çalışanlarına uygulanan şiddet olaylarıdır.

Danışmanlarınız arasında neoliberal isimler varsa aman dikkat, kâr-zarar ilişkisi içerisinde donunuzun satıldığını görmeniz mümkündür.

Mevcut hükümetten isteğim, seçimi beklemeden Kızılay’ı yeniden eski işlevine döndürecek, neoliberal anlayışa dur diyecek bir yasa teklifini acilen gündeme almasıdır.

 

SAÇMA SAPAN SORULAR

Bir, seçim kazanmak isteyen siyasi yapıların verecekleri sözler bellidir: Doğa katliamlarına izin verilmeyecek, hukukun üstünlüğü hayata geçecek. Hayat pahalılığı gibi dertler hep sonra gelir.

Bu siyasal davranış gerçeğini anlamak o kadar mı zor?

İki, siyasi bloklar oluşurken 2+2=4 etmeyeceğini, kaç edeceğini ise eklenen 2’nin niteliğinin belirleyeceğini neden kimseye anlatamıyorum?

Üç, Muharrem İnce’nin işi biraz ciddiye alsa, muhalif blokun mozaiğinden memnun olmayan pek çok seçmeni çekme potansiyelini bir ben mi görüyorum?

Dört, her rüzgârın yönüne göre dönen bir yorumcudan söz edilirken, o yorumcuya her yeni pozisyonda kıymet vermeye devam eden medya patronlarının, siyasetçilerin hiç mi suçu yok?

Piyasası olmasa kadın neden dönsün, aklından zoru mu var?

Altı, gazetecilik adına, Odatv’nin habercilik ve araştırmacı gazetecilik başarısı dışında elimizde ciddiye alınır başka bir medya ortamı kalmadı.

Çoğunluk haberi Odatv’den alıyor. Bu normal. Ama. Gazetecilerin de haberi Odatv’den alıyor olmaları normal değil!

Hiç değilse kaynak belirtseler, bu o kadar mı zor?

Yedi, oyuncu Selim Bayraktar “Aşk bir davadır” demiş. Bu cümle ancak bir şiir dizesinde hoş durur.

Hayatın içerisinde aşka “dava” muamelesi yapmak, uğruna insanların öldüğü davalara saygısızlık değil mi?

 

DÖNMEK GEREK…

Hatay başta olmak üzere deprem felaketinin yaşandığı 11 ilden yoğun bir iç göç yaşandı, yaşanıyor.

En az deprem kadar acı verici bu göç.

11 il. Hepsi de tarih, kültür, uygarlık… Hangi insani değer varsa hepsinin gözbebeği, simgesi kentler.

Tüm dikkatler bu gidişlere yoğunlaşmalı.

Gitmek önemli bir eylemdir, bilmek, fark etmek gerek.

İnsanın istemeden gitmesindeki sancı, kalmasındaki sancıdan fazla.

Kimi dönmek üzere gidiyor, kendisini bağlayacak bir şeyi kalmamasından.

Kimi de katlanamayacak acıdan kaçıyor giderken.

İyi de kalanlara ne olacak? Nasıl yaşayacaklar demiyorum, nasılsa yaşarlar…

Da… Kalanlar hep eksik kalır, gidenler dönmezse.

Ve her gidişin bir dönme eşiği vardır, o eşiğe kadar hep dönülür. Eşik aşılınca dönmek zorlaşır.

Hepimizin en önemli görevi gidenleri o eşiğe varmadan, gittiği yere kök salmadan, hayat kurmadan ait oldukları o güzelim kentlere geri döndürmek olmalı.

Misafirperverlikte kusur etmeden, kentlerini kurma süreçlerine onları ortak etmeli. Gecikmeden.

 

İLKESİZLİK

Yeni Hükümetin, artık hangi taraf nasıl kuracaksa, ilk işlerinden biri RTÜK’ü yeniden düzenlemek olmalı.

Yeniden düzenleme de “o taraftan”, “bu taraftan” ayrımı yapmaksızın “ilkeler” çerçevesinde belirlenmeli.

Bir insanın ve bir toplumun başına ne geliyorsa “ilkelerini” yani pusulasını kaybettiğinde geliyor.

İlkelerden yoksun her kişi ve her kurum yolunu kesinlikle kaybeder.

Örneğin Show Tv’nin “Kızılcık Şerbeti” dizisinde kadına şiddeti incelemeye alan RTÜK’ün, TRT’deki dizilerdeki kadına şiddeti görmezden gelmesinin açıklaması olabilir mi?

TRT dizilerinde kadına ya da erkeğe şiddet neden var, o ayrı tartışma konusu.

Kadına şiddeti sorun yapan bir RTÜK, başta Beyaz TV, ATV olmak üzere baştan sona şiddet olan dizi ve filmlere karşı neden ilkesel bir tutum belirlemez?

Reyting’den pay alan bir kurum değil ki.

Ya da en son, Kanal D’de, çok izlenen dizide savcıların sürekli tehdit altında gösterilerek, bir Cumhuriyet Savcısının parçalanarak öldürülmesinin reytinge malzeme yapılmasına, hukuk camiamıza korku salınmasına haftalardır neden sessiz kalır?

Felsefeci Zizek’in ünlü saptamasıyla, hiçbir dizi ya da film sadece dizi ya da film değildir, bizimki gibi ülkelerde hiç değildir.

 

BEN DE İSTİYORUM

Seçimden sonra kurulacak hükümetten bir isteğim olacak.

Şimdi değil. Şimdi yapılsa vay özgürlüktü, ifadeydi vs. saplar samanlar birbirine karışacak.

(Okumuş görünen cahilin çok olduğu toplumlarda tartışılması gereken konuların tartışılabileceği bir ortam yoktur.)

Sosyal medyaya düzenlemeler getirilmesini istiyorum.

Mesela Danimarka’nın siber güvenlik tedbirleri çerçevesinde, resmi hizmette kullanılan cihazlarda TikTok’un kullanımına yasak getirmesi kuralının aynısından istiyorum.

AB Komisyonu, çalışanlarına özel ve kurumsal telefonlarından TikTok uygulamasını kaldırmaları talimatını verdi. Aynısını istiyorum.

Avustralya’da oluşturulan “e-Güvenlik Komiserliği”nin ülkemde de kurulmasını istiyorum.

Çin’de çocuklara Twitter, Google, Whatsapp, Douyin (TikTok’un Çin versiyonu) yasağının ülkemizde de uygulanması gerekiyor.

Bu konuların ifade özgürlüğü ya da başka bir özgürlükle ilgisi yoktur. “Vardır” safsatası kuralsızlıktan beslenir.

 

AKLIMDA KALAN

“Bilim nedir?” sorusu: Deprem ortamında ilgili bilim insanları arasında tartışmalar yaşanıyor. Görüş ayrılıkları var. Elbette bu durum da kamuoyu tarafından yadırganıyor, güven sorunu haline getiriliyor. Oysa bilimde ilerleme ve gerçeği bulma, bilim insanları arasındaki veri referanslı tartışmalarla gerçekleşir. Tuhaf olan şudur, ciddi bilimsel meseleleri akademik ortamlarda tartışmak gerekir, televizyonlarda değil. Üç değil hiç kitap okumamışları tartışmaya dahil ederseniz ne akademinin ne de akademisyenin itibarından söz edebiliriz.

Diğer Yazıları