Komedyenden 'kahraman' olur mu?

Michael Schumacher’i hatırlar mısınız? Formula 1 pilotu. Efsane.

Dokuz yıl önce geçirdiği kaza nedeniyle ölmekle yaşamak arasında asılı duran Schumacher’i?

Şahane gülümsemeli adam.

Kariyerinin ilk yıllarında “ismini yönetecek iletişimcilerle çalışmasını” söylüyorlar.

Sporcu iletişiminde ün yapmış şirketin kapısını çalıyor.

İletişimcisiyle birbirlerini anlamak için uzun zamanlar geçiriyorlar.

Schumacher, “Senna gibi karizmatik bir pilot olmak istiyorum” diyor.

(Senna, Formula’nın efsane pilotu. 34 yaşında yarış pistinde geçirdiği kazada öldü.)

İletişim yöneticisi karşısında gülümseyerek oturan adama bakıyor ve “Olmaz” diyor.

Bizimkinde büyük hayal kırıklığı.

İletişimci devam ediyor: “Sana karizma yapmaya kalksak, inandırıcı olamayız. Ama senin şahane gülüşün üzerinde çalışabiliriz.”

“Gülen surat Schumacher” öyle doğuyor.

Biz iletişim/ marka yönetimi bilenler, kişi ya da kurum geldiğinde sorarız: “Yeterince paran, zamanın ve enerjin var mı?”

Elbette iyi iletişimciler bunu sorar, diğerleri kısa günün kârı diyerek işin üzerine atlar.

Bu üçü varsa komedyenden savaş kahramanı da olur, efsane lider de.

Zelensky yüzde 72 oranla seçildiğinde onda “para, zaman ve enerji” vardı.

Güçlü ülkeler, çıkarlarının yoğunlaştığı ülkelerde kendilerine destekleyecek insan seçerler.

Bizdeki gibi, “amcaoğlunun tanıdığı” gibi kriterlerle hareket etmezler.

Kişinin potansiyeline, hırsına/ enerjisine bakarlar, kamuoyunu okurlar karar verirler. Para dert değildir.

Sonrası çorap söküğü. Siz de uzaktan bakıp “Allah yürü ya kulum dedi” dersiniz.

Bir “yürü ya kulum” diyen vardır ama gökte değil, yerdedir.

Bunlar “Zelensky Belgeseli” izlerken aklımdan geçenler. Ona atfedilen nitelikler, Rusya ve Putin için kullanılan ifadeler o kadar iyi tasarlanmıştı ki...

O komedyen ben olsam, “Yürü be kızım kim tutar seni” derdim. Belgeselin yapımcısına baktım, İngiltere merkezliydi.

Ve fakat hayat ve savaş sert. Filmdeki gibi değil. İnsanlar ölüyor, trajediler yaşanıyor. Destek de bir yere kadar olunca “Artık konuşalım” demekten başka çaresi kalmıyor “kahraman”ın.

Birine “kahraman” derken bin kez düşüneceksin, ki gerçek kahramanlara haksızlık olmasın.

 

DOĞRU NEREDE SÖYLENİR?

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun iletişimcileri kendisine şöyle bir akıl veriyor olmalı: “İnsanlar dürüst, açık, şeffaf lider istiyor.”

İlkesel olarak doğru. Ve fakat şöyle de bir iletişim gerçeği var: Her doğru her yerde söylenmez.

Buradaki vurgu, her hedef kitlenin derdi başka, anlayışı başkadır. Zamanlama diye bir şey vardır. Kullandığın kanal mesajı taşıyabilir mi?

Kemal Bey bu ayrıntıları umursamadığı sürece oy durumu pek değişmeyecek.

En son “İslamilik endeksinde Türkiye 100. sırada, Yeni Zelenda ilk sırada” dedi.

Elbette “eşitlik”, “hakkaniyet”, “adil yaşam” vs. gibi İslam’ın vurgularını kast etti. Ve fakat, kendi kitlesi bile durumu hiç öyle anlamadı.

 

İYİ İLETİŞİM “NİTELİK”SİZ VE “GÖSTERİ”SİZ OLMAZ

Medya dünyasından çok başarılı bir arkadaşımla konuşurken, halkla ilişkiler piyasasının ne kadar döküldüğünden bahsetti.

“Kendi iletişimini yönetemeyenler, başkalarının iletişimini nasıl yönetiyorlar anlamıyorum” dedi.

“Başkalarının iletişimini de yönetemiyorlar, sadece durumu idare edip para kazanmaya bakıyorlar” dedim.

Elbette bu bilgi her iletişimciyi kapsamıyor ama çoğunluk maalesef öyle.

Marka değeri yüksek öyle isimler var ki, sosyal medyaya tıkılıp kalmışlar.

İletişim yönetimi eşi dostu araya sokarak, ricacı olarak yönetilmez, o yapılana ilişki pazarlaması denir.

İletişim yönetimi için iki kavram önemlidir: “Nitelik” ve “gösteri”

Nitelik, “sen iyi olursan hakkını teslim etmeyenler suçluluk duygusu hisseder zaten” demektir.

Gösteri ise bizimkilerin anladığı “şov” değil, daha felsefi bir bağlam.

En son Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı bu.

Dış politikaya etkisi ne kadar olmuş, olmamış önemli değil, savaş ortamında barış ortamı sundu mu? Sundu.

O ülke, bu ülke ziyaret etti mi? Etti.

Yararı oldu mu bilemeyiz ama toplumu hem meşgul etti hem umut verdi, iyi bir gösteriydi.

Anlatabildim mi?

 

YAŞLANMAYI BİLECEKSİN YOKSA FENA

Alain Delon. Bir dönemin bütün kadınlarının hayalini kurduğu adam.

Şimdi ben “George Clooney” diye iç geçiriyorum ya, onu yakışıklı bulmayan kadınlar da çok.

Alain Delon öyle değildi, kadın olduğu şüphesiz olan herkesin ortak paydasıydı.

Öyle olduğu için, hayatından dünyanın en güzel kadınları geçti, çok azını biz bildik, pek çoğunu bilmedik.

Romy Schneider, Brigitte Bardot, Mirelle Dark, Mısır güzellik kraliçesi Dalida ve tek evlendiği Natalie…

“Hayatımın Kadınları” diye bir albüm yayınladı, içinde 200 kadın vardı!

Yakışıklılığın zirvesi. Şöhretin en büyüğü. Sonsuz bir servet. Gelinen nokta: “Yaşlanmak berbat, ötanazi istiyorum!”

Çok sevdiğim bir sözü hatırladım: En büyük şöhret vaktinde ölmesini bilmektir.

Bu ötenazi isteği vaktinde ölemeyen bir adamın inleyişinden başka bir şey değil.

Bir sonsuz iktidarın geçen yıllara yenilmişliği.

Tam da “Yaşlılar Haftası”nda Delon’un bu sözleri bize bir şey hatırlatmalı: Yaşlanmayla barışarak yaşamak zorundayız.

Sanki hep ölen ve yaşlananlar başkasıymış gibi direnirsek, acıklı bir son bekler herkesi.

 

BIRAKIN YARIM KALSIN

Daha dün “Son kez konuşalım” diyen eski sevgiliyle buluşan Yağmur’cuk, o sevgili tarafından öldürüldü.

Uzmanlar diyor ki, kadın cinayetlerinin çoğu o “son buluşma”da işleniyormuş.

Siz siz olun, ilişkinizi son kez buluşmadan bitirin.

Baktınız, karşınızdaki asabileşiyor, “tamam” deyin, “sen haklısın.”

Önleminizi almadan buluşmaya gitmeyin.

“Olur tabi buluşalım” deyin, bahanelerle buluşma süresini uzatın.

Böyle bir ilişkiyi geçen yıl, hasta bir genç adamın kafayı taktığı bir öğrencim yaşamıştı. O da belki bu satırları okuyor şimdi.

Onunla birlikte yürütmüştük süreci.

“Buluşursak ikna ederim, güzel ayrılırız” vs. diye düşünmeyin.

Ayrılmayı kafanıza koymuşsanız bunu pat diye de yapmayın, önce o yolu döşeyin.

 

OLMADI BAŞTAN

Çok güldüm ve çok sinir oldum. Tam günümüzün mantığının özeti: Her şey iğreti.

Güzelim tiyatro oyunları/ eserler özgüvene boğulmuş tiplerin elinde oyuncak oluyor.

“Ben bunu yapamam” diyen yok.

“Bu bana on, hadi olmadı üç beden büyük gelir” diyen yok.

“Ben haddimi bilirim” diyen yok.

İki ayaklı özgüven baloncuklarıyla dolu her ama her ama her yer.

En son, Tuba Ünsal önce “Kürk Mantolu Madonna” olmak istedi, sonra “Adı Aylin”deki Aylin.

İkisinde de gala gösteriminde yerden yere vuruldu.

Şimdi de çıkıp “Oyunu revize ettik yeniden oynayacağız” demiş. Ne diyeyim? İzlemeye giden gerçek tiyatro izleyicisine sabır dilerim, diğer izleyiciler işin şovunda zaten.

 

AKLIMDA KALAN

“Üç büyükler bize ne anlatıyor?” sorusu: Fenerbahçe’nin evinde Konyaspor’u yenmesi futbol medyasında büyük olay oldu. Eskiden böyle bir maç önemsenmez, Konya çantada keklik sayılırdı. Galatasaray, Gaziantep’te 3 gol yiyerek evine döndü. Beşiktaş, Hatayspor’la berabere kalmayı başarı saydı. Medya futbolu büyükler üzerinden okuyor, ezberini hiç bozmuyor. Kendi bindiği dalı kesiyor. Onlara göre kötü sonuçlar, üç büyüklerin yaşadığı krizlerle ilgili. Halbuki yeni dünyanın karar vericileri, dikkate almadığınız küçükler. Onlar artık haklarını teslim almaya geliyorlar. Bir anlasanız… Değişecek her şey.

Diğer Yazıları