Komutan Logar bir cisim yaklaşıyor!
Bunaldım. Vallahi de, billahi de gündemden bunaldım. Çarşıda, pazarda, sokakta, takside eskiden “Ne olacak bu memleketin hali?” diye soranların, “Ne olacak bu dünyanın hali?” diye lüzumsuz level atlamış, ahkam kesen halinden bunaldım. İçim şişti bu muhabbetlerden ama herkes de kıymeti kendinden menkul ulema olmuş mübarek! Peki bütün bu olan bitene karşı ne mi yapıyorum kafamı dağıtmak için; şu sıralar dizilere sardım efendim.
Hadi gelin son dönemde izlediklerimi anlatayım da biraz bu gri hayat kadrajından çıkalım. Ben mi üşütüyorum yoksa dünya mı komple çıldırmış, yazıyı okuduktan sonra artık bunun kararını da siz verirsiniz… Başımı gündemden kaldıramadığım o buhranlı zamanlarda sağ olsun bizim ekipteki genç arkadaşlardan biri ‘Stranger Things’ diye bir dizi önerdi büyük bir heyecanla. Zaten beni gündemden koparan süreç de o ‘Tuhaf Şeyler’in hayatıma girmesiyle başladı.
Müthiş sürükleyici, korku soslu bu bilim kurgu dizisi, burnumuzun dibindeki bambaşka varlıkların hikayesini anlatıyordu. Öyle Yeşilçam’ın son dönemlerinde moda olan, Dabbe’li, Musallat’lı sakil korku filmlerindeki üç harflilerden de değildi bunlar; kimi zaman duvardan çıkıyorlar, kimi zaman da insanların hayatını allak bullak ediyorlardı. İnanın bir gecede bitiriverdim 8 bölümü birden.
“Meğer bu dizi işi de ne şahaneymiş, zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varamıyor insan, aman da ne güzel” deyip başladım aramaya diğer alternatifleri. Efsane ‘Matrix’lerin mimarı, bir zamanların Wachowski “brothers”ı, şimdilerin ise Wachowski ‘sisters’ının mutfağından çıkma ‘Sense 8’ ile tanıştım bu vesileyle. Onlar, kendi kişisel cinsel evrimlerinin bile ötesine tur bindirerek, bambaşka bir hikaye anlatıyorlardı. Dünyanın farklı şehirlerinde, hiç karşılaşmamış sekiz farklı insanın, birbirinin bedenlerine girip, kötülüğe karşı verdikleri ortak mücadelenin dizisini çekmişlerdi. İzleyip de benim gibi tadı damağında kalanlara müjdem olsun; birkaç hafta içinde ikinci sezonu da yayınlanmaya başlayacak.
Gençliğimden beri böylesine mistik şeylere merakım vardır hep. Bütün bunlara bakıp tam da “O tüyleri diken diken eden ‘Exorcist’i ve muhteşem ‘Omen’ serisini kim unutabilir;” diye hayıflanırken bir de baktım ki Amerikan dizi endüstrisi çoktan ikisinin de yeni sürümlerini görücüye çıkarmış bile.
Uzun uzun anlatmayacağım ama Damien eskisinden daha deccal, şeytan ise 70’li yıllardaki Linda Blair’li orjinalinden çok daha ürkütücü. Etrafımda sanki yeterince şeytan yokmuşçasına üç gecem de Hollywood’un şeytanlarıyla herc-ü merc olmakla geçti. Ama tepeme üşüşmelerindense ekranda seyretmeyi daha keyifli bulduğumu itiraf etmeliyim elbette.
Adeta ruhumu günlük yaşamın sıkıcılığından koparan, o herkesin peşinde koştuğu felsefe taşını bulmuş ergen Harry Potter sevinciyle aramaya devam ettim. Ve işte o an “The Man In The High Castle” çıktı karşıma. Adamlar geçmişe şaşı bakıp, “Eğer 2. Dünya Savaşı’nı Hitler kazansaydı tarih nasıl şekillenirdi?”nin dizisini çekmişler. Soluksuz izledim… Meğer senaryo 60’lı yıllarda yazılmış ödüllü romandan uyarlanmış. Öylesine müthiş bir hayal gücüyle tasarlanmıştı ki Amerika’nın, Japonya ve Almanya tarafından istilası vardı ayan beyan gözlerimin önünde. Bildiğimiz bütün felsefi ve sosyolojik kavramları alt üst edip, aklın sınırlarını zorlayan yepyeni bir dünya kuruyorlardı. Tarih böyle tecelli edebilir miydi; onu bilemem! Ama açıkçası izlediklerimden kelimenin tam anlamıyla büyülenmiştim…
Sonrasında da bir şekilde kader ağlarını ördü ve “Black Mirror” ile buluştum. Hayatımızın merkezine çöken teknolojinin ve siber iletişimin bizi nasıl ruhundan bigane androidler haline dönüştürdüğünü ve özümüze nasıl yabancılaştığımızı anlatan, 6 bölümlük muhteşem bir epik high-tech masal manzumesiydi. Belki de bazılarına biraz abartı gelecek bu yorumum ama bence epik tiyatronun babası Brecht’in üslubu, modern çağa ancak bu kadar rafine adapte edilebilirdi.
Günler, geceler geçiyor ve ben dizilerin refakatiyle adeta başka başka alemlerde yolculuk ediyordum. Gerçek miydi; bilmiyorum. Huzurlu muydum; kesinlikle!
Derken, Anthony Hopkins ile Ed Harris’in adeta oyunculuk dersi verdiği Westworld girdi hayatıma. Diziyi izlerken içimden “Ulan ben bunu bir yerden hatırlıyorum” dedim. Meğer o da tek kanallı dönemden Yul Brynner’lı, beni o yıllarda çok korkutup, günlerce kendimi odama kilitlememe sebep olan aynı isimli efsane filmin uyarlamasıymış. Bu konuda ahkam kesmek pek haddim olmasa da, internete göz atınca gördüm ki şimdinin “genius Y” kuşağı diziyi çoktan yeni ‘Lost’ ilan etmiş bile.
Elbette dizilerle vakit geçirmek şahane ama maalesef bir de kaçamayacağımız gerçekler var. “Oğlum İzzet, sen 50’li yaşlarını devirdin. Bu kadar fikr-i firar etme lüksün yok” deyip dizilerin insanı uyuşturan atmosferinden kafamı kaldırınca gördüm ki dünyanın hali dizilerden beter.
Bundan beş sene öncesinin tüm dengeleri alt üst olmuş. İngiltere, var gücüyle Avrupa’dan kaçarken, Amerika’nın en büyük düşmanı İran, onlarla aynı safa geçmiş. Altı ay önce kanlı, bıçaklı olduğumuz Putin’in en büyük müttefiki bir anda biz oluvermişiz. Türkiye kapılarını üç milyon mülteciye açmışken, üç bin mülteci için koskoca Avrupa bizimle insan vicdanına dokunan en çirkin pazarlıklara girer olmuş. Daha da fenası, bütün medya rüzgarı ve anketlere inat Amerika’da hayal bile edemeyeceğimiz, Trump gibi hiç öngörülemeyen biri başkan seçilmiş ve dünyada bilinen tüm ezberlerin aksine çoktan yeni bir sayfa açılmış.
Dönelim hikayenin en başına... Durup dururken Hollywood’un tüm dizi ve film yapımcıları, bütün projelerini son bir yılda neden “üçüncü türden” yakınlaşmalar üzerine kuruyor? Nasıl oluyor da dünyadaki hiçbir aklı selim zeka Hillary Teyze’nin kaybedebileceğine dair fikir yürütmüyor? Ve her ne oluyor da oluyor; semtin taksicileri, CNN Türk’teki en kadim sosyologdan daha sağlam analizler yapabiliyor. Bütün bu olan bitene bakıp dünyanın halet-i ruhiyesini soran arkadaşlarıma kendimi “Komutan Logar, bir cisim yaklaşıyor” demekten alıkoyamıyorum. Peki ya siz?