ÇAPA TIP FAKÜLTESİ TARİHÇE
Ülkemizde 18. yüzyılın sonlarına kadar yüksek öğretim için hemen hemen tek müessese olan medresenin temelleri, 9. yy.’a kadar gitmektedir. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminde medreselerin gelişmesi ile birlikte ihtisas medreseleri de kurulmuştur. Örneğin Konya’daki Sırçalı Medrese sadece hukuk, İnce Minare’deki medrese hadis, Kayseri ve Sivas’taki medreseler tıp, Kütahya ve Kırşehir’deki medreselerde astronomi öğretimi yapılıyordu. Bu ilim kuruluşlarından mezun olanların icazetnameleri veya diplomaları orada ders verenlerce verilirdi. Osmanlılar’da da klasik medreselerin yanında ihtisas medreseleri anlayışı sürmüş, örneğin Bursa’da Darü’t-Tıb (1400) adıyla klinik tıp eğitimi veren bir müessese açılmıştı. Istanbul’un 29 Mayıs 1453’de fethinden sonra takip ettiği siyaset, kültür ve bilim politikası sonucu Istanbul’u Türk-İslam dünyasının ilim ve sanat merkezi haline getiren Fatih Sultan Mehmed, 1 Haziran günü Ayasofya’da Cuma namazını kılarken, Ayasofya yakınındaki papaz odalarında öğretmeni Molla Hüsrev, Zeyrek’teki Pantokrator Manastırı’nda Molla Zeyrek, derslerine başlamışlardı. Daha sonra bugünkü Fatih Camisi’nin iki tarafına birer dershaneli, dördü kuzey diğer dördü güney tarafında 8 medreseden ibaret Sekizli Medreseler (Sahn-ı Semân) adı verilen devrin en büyük medreselerini yaptırdı (1463-1470). Güneydeki dört medresenin yanına, bütün hastalıkların tedavisi ve ilaçlarının verilmesinin emredildiği bir darüşşifa (hastane) yapılmıştı. Fatih Darüşşifası’nda 19. yy.’a kadar yaklaşık 350 yıl tıp eğitimi yapıldığı, hasta bakımının sürdüğü bilinmekte ve burada yapılan tıp eğitimi, İstanbul Tıp Fakültesi’nin ilk nüvesi olarak kabul edilmektedir. Nitekim İstanbul Tıp Fakültesi Profesörler Kurulu, 30.12.1970 tarihli oturumunda 1970 yılını Fakülte’nin kuruluşunun 500. yılı kabul etmiş ve kutlanmasına karar vermiştir.
Fatih Darüşşifası (1470)
16. yy.’da medrese yapımı sürdürülmüş, her büyük caminin yanında bir medrese kurmak, gelenek halini almıştı. Osmanlı Devleti’ni büyüme ve yükselmede zirveye ulaştıran Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) devrinde, ordunun tabip, cerrah ihtiyacını karşılamak için cami yanında 1555 yılında kurulan tıp medresesi ve darüşifada tıp eğitimi verilmiş, sağlık hizmetleri ırk, dil, din, cinsiyet farkı gözetilmeden sürdürülmüştü. Öğrenciler sabahtan öğleye kadar medreselerde iç hazineden verilen kitapları hocalarının plan ve programları doğrultusunda okur, öğleden sonra uygulama için darüşşifaya geçerlerdi. Süleymaniye Tıp Medresesi’nde eğitim süresinin ne kadar olduğu, eldeki kaynak ve belgelere dayanarak kesinleştirilememiş olsa da, diğer medreselerde olduğu gibi burada da kitapla ders geçme esas olduğundan, talebeye verilen kitapları bitirmeye bağlı olduğu düşünülmektedir.
Süleymaniye Tıp Medresesi (1555)
Medrese teşkilatı, Osmanlı Devleti’nin 17. yy.’da başlayan gerilemesi ile birlikte gerek düzen, gerekse tedris bakımından paralel kayba uğramış, Batı’nın ilim sahasındaki gelişmesine kayıtsız kaldığından ihtiyaçları karşılayacak bir varlık olmaktan çıkmıştı. 18. yy.’dan itibaren bu kötüye gidişi düzeltme arayışına girilmiş, 19. yy.’ın başlarında Süleymaniye Medresesi’nde tıp eğitimi devam ederken, Başbakanlık Arşivi Cevdet Sıhhiye Tasnifi 304 numarada kayıtlı, 1220/1805 tarihli bir belge ile, yine bu tasnifte kayıtlı 1575 no’lu 1220/1806 tarihli bir diğer belgeden anlaşıldığı üzere III. Selim (1789-1807), donanmanın hekim ve hasta bakım ihtiyacını karşılamak üzere 18 Şubat 1805’de Kasımpaşa’da Tersâne Tıp Mektebini kurdurmuştur. Alet ve kitaplarının Avrupa’dan getirtilmesine, Avrupa’da tıp öğrenimi görmüş hocaların görevlendirilmesine gayret edilen bu okul, Kabakçı İsyanı (1807) ve Alemdar Vak’ası (1808) gibi karışıklıklar sonrasında faaliyetini durdurmuş, 1822 Kasımpaşa Yangını ile binası da ortadan kalkmıştı. Kısa bir süre yaşamış olan bu kurumun, Türk tıbbının batılılaşmasında bir dönüm noktası oluşturduğu kabul edilmektedir.
Batılılaşma çabalarını sürdüren Sultan II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması ardından modern bir orduya sahip olma hedefinin bir parçası olarak yeni orduya (Asakir-i Mansure-i Muhammediye) nitelikli hekim ve cerrah yetiştirilmesi için Vezneciler’deki Tulumbacılar Konağı’nda bir askeri okul niteliğindeki Tıbhane-i Âmire’yi kurdurdu. Okul, 14 Mart 1827 (15 Şaban 1242)’de faaliyete geçti. Bu okul, ülkemizde modern anlamda açılan ilk tıp okuludur. Bu kurum, daha sonra farklı adlar alsa da eğitime aralıksız ve kendisini geliştirerek devam etmiştir. Bu nedenle 14 Mart 1827 tarihi, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı kabul edilmekte ve Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır. Bu okulda üst katta Tıphane, altta ise Cerrahhane öğrencileri ayrı ayrı okurlardı. Tıphane’nin ilk Nazırı (Müdürü) hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi idi. Okul yatılı değildi, girişte bir sınav uygulanmıyordu. Sınıf geçme de sınavla olmayıp, yıl içindeki sözlü sınavlarda hocaların yetiştiğine kanaat getirdiği talebelerin üst sınıfa alınması, yerlerine başkalarının kabul edilmesi şeklindeydi. Nihayet, tıp eğitimi veren kurum adına diploma verilen bir sisteme geçilmişti.
Tıbhane-i Âmire ve ordunun cerrah ihtiyacını karşılamak üzere aynı okul bünyesinde kurulan Cerrahhane’de eğitim, tabip olmak için dört yıl, cerrahlık için ise üç yıl olarak düzenlenmişti. Başlangıçta İstanbul cerrahlarından yirmisi seçilerek başlarına Avrupa tıbhanelerinden yetişmiş, teorik ve pratik bilgilere sahip biri getirilerek ordunun istediği cerrahların kısa sürede yetiştirilmeleri yoluna gidildi. Yüzlerce yıllık medrese sisteminden modern bir düzene geçme arayışı içinde bu kurumda da sık sık yeni düzenlemeler yapılmış, öğrenci sayısının artması ile bina yetersiz kalınca 1832 yılında Cerrahhane, Topkapı Sarayı’ndaki Hastalar Odası’na nakledilmiş, başına Fransız cerrah Sat-Deygalliere getirilmişti. Tıphane-i Âmire de 1836 yılında yine Topkapı Sarayı içindeki Otlukçu Kışlası’na nakledilmiş, bir süre sonra Cerrahhane de aynı binaya taşınmıştır. Cerrahhane daha sonra Halıcıoğlu’nda bir binaya taşınarak okulun iki kısmı birbirinden tekrar ayrılmıştır.
Yer darlığı nedeniyle Tıphane ve Cerrahhane’nin birleştirilemeyişi ve modernleşme yolunda arzulanan düzenlemelerin yapılamadığı görülerek 1838 yılında Galatasaray’daki Enderun Ağaları Mektebi’ne taşınılmış, Tıphane ve Cerrahhane kısımları ile birlikte buraya yerleşen okulda başlangıçta Osman Saib Efendi, kısa süre sonra ise Abdülhak Molla yönetici olmuştur. Bu sırada Sultan II. Mahmud, Paris Elçisi Ahmed Fethi Paşa’nın Viyana’da bulunuşu sırasında Prens Metternich’ten Osmanlı Devleti’nde çalışacak iki hekim ve bir eczacı tavsiye edilmesi için ricada bulunmasını istemiş, Viyana’daki Askeri Tıp ve Cerrahi Akademisi Josephinum’dan mezun olan iki genç askeri hekim Dr. Jakob Neuner ve Dr. Karl Ambroise Bernard ve eczacı Antoine Hoffmann bu görev için seçilmişlerdir. 1839’da Dr. Charles Ambroise Bernard’ın (1808-1844) muallim-i evvelliğe atanışı ardından okul, 17 Şubat 1839’da mülki ve dini törenle Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne adıyla yeniden açılmış, 11 Mart 1839’da 290 öğrencisiyle öğretime başlamıştı. Okul 4 yıllık idadi denilen hazırlık bölümü ile dört yıllık esas tıp eğitiminin yapıldığı yüksek bölümden oluşuyordu. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da geçerli dil olan Fransızca öğretim dili olarak belirlenmişti. Okulda 1839 yılında bir de eczacı sınıfı açılmıştı.
Tıphane-i Âmire orduya Müslüman hekim yetiştirmek için kurulmuşsa da, 1839 yılında Tanzimat’ın ilanı ile tab’a arasında eşitlik kabul edildiğinden 1841 yılından itibaren azınlıklar da Tıbbiye’ye kabul edilmeye başlanmıştır.
Dr. Bernard, okulda bir botanik bahçesi kurdurmuş, Fransızca 1300 ciltten oluşan bir kütüphane ve mineral koleksiyonu vücuda getirilmesini sağlamıştı. Klinik dersler, okula ait hasta koğuşlarında verilmekteydi. Okuldaki idari görevi yanında dahiliye ve hariciye kürsülerinin de başına geçen Bernard, okula bir Fakülte kimliği kazandırmış, Osmanlı Askeri Farmakopesi’nin de içlerinde yer aldığı 4 önemli kitap yazmış, Sultan Abdülmecid tarafından “İftihar Nişanı” ile taltif edilmişti. Bursa Kaplıcaları üzerine yazdığı kitap, ülkemizde gelişecek Balneolojinin ilk yapıtı kabul edilebilir. Bernard’ın “ o zamana kadar modeller üzerinde öğretilen teşrih dersinden talebenin istifade edemediği ve ölü üzerinde teşrih yapılması gerektiği”ne dikkat çekişi ile Sultan I. Abdülmecid 1841’de bir Ferman çıkarmış, böylelikle tıp öğrencisi nihayet insan ölüsü üzerinde kanuni izinle disseksiyon yapmaya başlamış, bu derslerin sorumluluğu verilmek üzere Viyana’dan Dr. Sigmund Spitzer (1813-1895) getirilmişti. 20 Temmuz 1842 tarihli bir Avrupa gazetesinde (Allgemeine Medicinische Central-Zeitung) okulda 50’şer yataklı dahiliye, cerrahi ve göz kliniklerinden oluşan bir uygulama hastanesi açıldığı haberi yer almıştır. Bernard, 1844 yılında henüz 36 yaşında iken Istanbul’da aniden vefat edip Beyoğlu’ndaki Santa Maria İtalyan Katolik Kilisesi’ne gömüldüğünde, Tıbbiye’nin eğitim işlerinin idaresini Spitzer üzerine almıştır.
Tıbbiye Galatasaray’da (1839)
Mektep Beyoğlu’nda olduğu, Istanbul’daki doktorların da çoğu da Galata ve Beyoğlu’nda oturdu için, acil durumlarda İstanbul içerisinde oturanların ihtiyaçlarına çare olması için, Beyazıt Simkeşhane karşısında tabiplere nöbet mahalli belirlendi. 1845 yılından itibaren Mekteb-i Tıbbiye’den seçilen 10 doktor ve 2 cerrah geceleri sabaha kadar nöbet tutmak üzere burada görevlendirildiler. Burada ödeme gücü bulunmayan hastalardan para alınmaması, ilaçlarının da ücretsiz olarak verilmesi irade buyurulmuştu. Bu girişim, tıp okuluna sahip olan bir şehir halkının o okuldan yararlanma hakkı olduğunun düşünüldüğünü gösteren, kayda değer bir olaydır.
Galatasaray’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin ikinci mezunları
için yapılan diploma töreninden sonra Sultan Abdülmecid Tıbbiye’den ayrılırken (1844)
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, 1843 yılında ilk mezunlarını vermiştir. 1848 yılında okulda, ayda bir kez ve taş basması usulü ile bilimsel bir mecmuanın yayınına başlanmıştır. Bu mecmuada Türkiye’deki önemli tıp olaylarından bahsedilir ve Avrupa’da yayınlanan tıp dergilerinden yapılmış çevirilere yer verilirdi.
1848 yılında okuldan mezun olan öğrencilerin artık Avrupa okullarında sınav verecek kadar iyi yetiştiklerine kanaat getirilince Türk, Ermeni, Rum ve Katolik olmak üzere 4 mezun Viyana’ya gönderilerek orada sınav vermişler ve yeterlilikleri belgelenmiştir. Bunun üzerine Avrupa Fakültelerine eşit kabul edilen İstanbul’daki tıp okuluna “Fakülte” ünvanı verilmiştir. İstanbul Tıp Fakültesi, kendisini Avrupa fakültelerine eşit kabul edince, yabancı memleketlerde tıp eğitimi almış olarak Türkiye’ye gelen ve Türkiye’de hekimlik yapmak isteyenleri imtihan etmek üzere 1849’da “Kolokyum” imtihanı yapmayı kararlaştırmıştır. 1848 yılında çıkan yangında binaları yok olan okul, 1909’da Haydarpaşa’da yapılacak yeni binasına geçinceye kadar birkaç defa yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Önce on sekiz yıl boyunca Halıcıoğlu’nda bir zamanlar Mühendishane-i Berri-i Hümayun olan eski Humbarahane’de kalındı.
Tıbbiye Halıcıoğlu’nda (1849)
1865 Kolera Salgını’nda bu bina hastane olarak kullanılmaya başlanınca Hasköy’deki Gergeroğlu Konağı’na taşınıldı. Salgın bittikten sonra okul, Halıcıoğlu’ndaki binaya dönmez, 1866’da Sirkeci Demirkapı’daki kışlaya nakledilir.
1874 yılında yeniden tamir edilen Galatasaray’daki binaya taşınılır, fakat iki yıl sonra burada Galatasaray Sultanisi açılınca 1876 yılında Tıbbiyeliler yeniden Demirkapı Kışlası’na dönerler. Tıbbiye, yeniden taşındığı bu binada 27 yıl kalmış, bu süreçte kitap miktarını çoğaltmış, genç kadrolar Avrupa’ya gönderilmiş ve Hoca sayısı artmıştır. Sivil ve Askeri Tıp Okulları, yenilikçi düşünceler ve milliyetçilik için bir yuva olmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin nüvesi Demirkapı Tıbbiyesi’nde kurulmuştur.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’de eğitimin Fransızca oluşu nedeniyle Hoca ve öğrencilerin çoğu gayrımüslimlerdendi. Gayrımüslim gençlerin gerek din, gerekse muhit itibariyle Fransızca öğrenmeleri daha kolay olduğu için, özellikle eğitim ilerledikçe Türk öğrenciler dersleri izlemekte güçlük çekiyor, eğitimin bir ölçüde daha hafif olduğu cerrah ve eczacı sınıflarına ayrılmak zorunda kalıyorlardı. 1857’de, eğitimin Türkçe yapılması için öğrenciler tarafından bazı Hocaların da destek olduğu bir mücadele başlatıldı. Bu mücadele sonucunda 1867 yılında Askeri Tıbbiye’nin bir odasında Türkçe tıp eğitimi veren Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Okulu) açıldı. Bunu yine o sene açılan Sivil Eczacılık Sınıfı takip etti. Mezun olanlar, belediye tabipliklerine tayin edileceklerdi. Eğitim dilinin Türkçeleşmesi ülkenin sağlık alanı ile ilgili önemli bir karardı. Çünkü 1827 yılından, derslerin Türkçe olarak verilmeye başlandığı tarihe kadar, gayrımüslimlerin de okula kabul edilmelerine rağmen, yetişen hekim sayısı 300’ü ancak aşmıştı. Yani mezun sayısı değil memleketin, ordunun bile ihtiyacını karşılamaktan uzaktı. 1870 yılında Askeri Tıp Okulu da eğitim dilini Türkçe olarak kabul etti. Eğitim dilinin Türkçe olmasıyla birlikte okuldan mezun olan hekim sayısı hızla artmaya başladı.
1867 ve 1870 yıllarında Avrupa’daki bilim anlayışını yerleştirmek amacıyla iki kez Darülfünun kurulması tecrübesi yaşandı. Bu girişimler ömürlü olmadılar. Kapanmadan, kesintisiz faaliyetine devam edecek olan Darülfünun, 1 Eylül 1900 günü açılan Darülfünun-ı Şâhâne olacak, bu kurum 20 Nisan 1912 tarihli bir nizamname ile İstanbul Darülfünunu adını alacaktı.
Sivil Tıbbiye 1874’de Ahırkapı’daki bir binaya, 1894 yılında da Kadırga Meydanı’ndaki Nazır Menemenli Mustafa Paşa konağına taşındı. Konağın bahçesine klinikler için pavyonlar yaptırıldı. Mülki Tıbbiye, önceleri Askeri Tıbbiye Nezareti’ne bağlı iken, idari bakımdan zaman zaman Maarif, Dahiliye ve Maliye Nezaretlerine bağlanmış ise de, eğitimin idaresi bakımından daima Tıbbiye-i Şâhane’ye bağlı kalmıştır. İlk Müdürü Askeri Tıbbiye Emraz-ı Dahiliye Muallimi Binbaşı Kırımlı Aziz Bey’dir.
Sivil Tıbbiye’nin (Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye) yerleştiği Kadırga’daki Menemenli Mustafa Paşa Konağı
Tıbbiye, bünyesinde yeni ve önemli birimler oluşturmaya devam eder. 1887’de Dâülkelp Tedavihanesi (Kuduz müessesesi), 1892’de Telkihhane (Çiçek Aşısı Enstitüsü) kurulur. 1893’de görülen kolera salgını üzerine, ders programına bakteriyoloji dersi eklenir ve Tıbbiye bünyesinde kurulan Bakteriyolojihane’nin başına bizzat Louis Pasteur’un tavsiyesi ile talebelerinden Dr. Maurice Nicole getirilir. Bilindiği üzere II. Abdülhamid, Tıbbiye-i Şahane dahiliye muallimi Zoeros Paşa başkanlığında bir heyet görevlendirterek, kuduz aşısının keşfi ardından kurulacak Pasteur Enstitüsü’ne bağışladığı 1000 altını ve Mecidi Nişanı’nı Pasteur’e göndermişti. Bu heyet kuduz aşısı hazırlanmasını ve uygulanmasını öğrenerek, döndüklerinde Dâülkelp Tedavihanesi’ni kurmuşlardı. 1898’de Sarayburnu Gülhane Rüştiyesi’ne ait binada Türk Tıbbının gelişmesine büyük katkı sağlayacak olan Gülhane Askeri Tatbikat Mektebi kurulur.
19. yy.’ın sonlarında hem sivil, hem de askeri tıp okulu kendisini geliştirmeye çalışırken, Almanya’nın Doğu Politikası çerçevesinde Türkiye ile iyi ilişkiler kurmaya çalışma çabalarının bir parçası olarak 1898 yılında Almanya’dan getirilen iki profesörden operatör Robert Rieder(1861-1913) ve yardımcısı olarak görev alan Dr. Georg Deycke (1865-1938), askeri tıp okulunu yeniden organize etmede iyi bir adım olacağı düşüncesiyle Gülhane Tatbikat Hastanesi’ni kurdular. Gülhane’de staja ilk olarak 1897 mezunları katılmıştır.
Rieder döneminde Gülhane Hastanesi
Gülhane’den kısa sürede kuvvetli kadrolar yetişti. Modern bir tıp mektebi için yeni bir bina yapılmasını teklifleri üzerine Haydarpaşa’da İtalyan mimarları Valauri ve D’Aranco’nun çizimlerini yaptığı büyük yeni bir bina inşa edildi. Bina, II. Abdülhamid’in doğum günü olan 6 Kasım 1903’de, binanın inşası tam olarak bitmemiş iken törenle açıldı. 1903-1904 Eğitim yılı, bu binada yaşandı. Tıp Fakültesi’ndeki yatakların adedi dört yüze yakındı.
Haydarpaşa’da Tıp Fakültesi için inşa ettirilen bina
Haydarpaşa kliniklerinin inşaatını denetlerken iskeleden düşüp sakat kalan Rieder Paşa, 1904’de Almanya’ya döndü. Gülhane’de geceleri geç saatlere kadar yetersiz ışık altında uğraşıp ameliyatlar yapan, Saray’ın dış kapıları kapandığı için Cankurtaran demiryolu üzerinden dışarı çıkan Rieder Paşa, çalışkanlığı ile haklı bir ün toplamıştı. Gülhane 1904’den 1907’ye kadar Deycke Paşa’nın idaresinde kaldı. 1907’de Deycke Paşa’nın sözleşmesi sona ererek Almanya’ya dönünce yerine Julius Wieting Paşa (1868-1922) geldi, o da 1914 yılına kadar aynı hastanenin idaresini üstlendi. Tıbbiye’nin Haydarpaşa’ya taşınmasına, hasta bulunamayacağı gerekçesiyle karşı çıkanlar olmuştu. Bu konu, 1911 yılında Meclis-i Mebusan’da tartışılmış, okulun Haydarpaşa’da kalması kararlaştırılmıştı.
Prof. Dr. Robert Rieder Prof. Dr. Georg Deycke Prof. Dr. Julius Wieting
II. Meşrutiyet’in ilanı ile 1908 yılında istibdat idaresi sonlandığında, önce Maarif Vekilliği’ne bağlanan Mülki Tıbbiye, daha sonra Darülfünun’a bağlanarak “Fakülte” adını aldı ve böyle anılmaya başlandı.1908 yılında Meşrutiyet’in ilanından sonra sivil ve askeri tıp okulları Haydarpaşa’daki bu yeni binada birleşince “Tıp Fakültesi” adı, artık her ikisini kapsıyordu. 1909-1910 ders yılı başlangıcında yeni Tıp Fakültesi “Darülfünunu Osmani” şubelerinden biri olarak eğitime başladı.
Sivil Tıp Okulu’nun Kadırga’daki boşalan binasında 1908 yılında Dişçi, Eczacı, Kabile (Ebe) ve Hastabakıcı Kadın (Hemşire) Mektebi kuruluşuna karar verildi. Tıp Fakültesi tüzüğüne göre bu okul ve diğer vilayetlerdeki tıp okulları da Fakülte’ye bağlıydılar.
Tıp Fakültesi, İstanbul Darülfünunu’nun bir şubesi olunca, artık eski askeri tıp okulunda olduğu gibi tabip olan bir nazır, ya da sivil tıp okulunda olduğu gibi hekim olan bir müdür tarafından idare edilme sistemini aşmış oldu. Avrupa tıp fakültelerinde olduğu gibi, İstanbul Tıp Fakültesi de kendi kendisini yönetme yetkisi kazandı. Derslere ve idareye hakim olmak üzere bir Muallimler Meclisi oluşturuldu. Yeni Fakülte’nin ilk reisi Seririyat-ı Hariciye Muallimi Op. Dr. Cemil Paşa (Topuzlu) oldu. Fakülte oluşturulurken “Muallim” ünvanı taşıyan hocalar, “Müderris” ünvanı aldılar. Çünkü muallimlik ünvanı Alman yüksek öğrenim kurumlarında Extra-Ordinarius veya Fransa’da Professeur-Adjoint ünvanı ile eşdeğer olup, ikinci derecede kalmıştı. Yeni Fakülte’nin oluşturulmasında Anglo-Sakson usulü denilen tıp eğitimi tarzı yeğlenmişti. Bu sistemde öğrenci beş yıl teorik, uygulamalı ve klinik eğitimden sonra, altıncı yılda yalnızca klinikte uygulama dersleri görürlerdi.
Birinci Dünya Savaşı yılları, tıp fakültesinde verilen eğitimi kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Bir çok okul binası gibi, Fakülte binası da 1914 yılı sonunda Askeri İhtiyat Hastanesi (Yedek Askeri Hastane) olarak ayrıldı. Bu kararla 750 yataklı olan hastane 1500 yatağa çıkarılınca koğuşlar, laboratuarlar, koridorlar yatakla doldu. Bu zor koşullarda 1916 yılı Mart ayından itibaren Tıp Fakültesi Mecmuası’nın yayınlanmasına başlanmıştır. Bu mecmua, yayınını kesintisiz olarak sürdürmüş olup günümüzde ” İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası ” adıyla yayınlanmaktadır.