Kötülük nefret tohumlarını ekiyor
Kötülük biz iyiliği hür irademizle seçelim diye vardır. Öyle ya, iyilik ve kötülük belki her gün her dakika yaptığımız ve diğer tüm seçimlerimizden daha kıymetli bir seçimin, diğer tüm seçtiklerimizden daha önemli iki seçileni değil midir? Hem bu öyle bir seçimdir ki bir önceki bir sonrakini belirler. Hangisini seçersek seçelim, bir zaman sonra bizi kendisine mahkum eder. Yani seçimimiz iyiliğin mi kötülüğün mü mahkumu olacağımızdır aslında.
Hz Ali diyor ki; “İlk mağlup olacağınız cihad, elinizle yapacağınız cihaddır. Sonra dilinizle yapacağınız cihadda mağlup olacaksınız, sonra da kalbinizle yapacağınızda... Sonra kalp iyiyi 'iyi' olarak bilmediği, kötüyü 'kötü' olarak görmediği zaman alçalır, altüst olur”.
İyiyi “iyi” olarak bilmeyip kötüyü “kötü” olarak görmediğimizde nasıl seçim yapacağız ki? Zaten son cihadın kaybı tam da bu değil mi? Kötülüğü her seçtiğimizde etrafımız biraz daha kararmıyor mu? Ki “kötülüğü” görmeyelim. Seçtiğimiz her iyilik kalbimizi aydınlatan bir mum değil mi? Ki o ışıkta “iyiyi” bilelim. Zaten insanlığın asıl cihadı dünyayı karanlığa gömenlerle, milyonlarca mum yakanlar arasında değil mi? İnsanın nefsi ile cihadı aslında hangi ordunun bir neferi olacağını da belirlemiyor mu?
Açık ki bu savaşta işimiz kolay değil. İyiliğin tek yüzü varken kötülük bin bir suratla ortalıkta geziyor. İyilik her yerde kendini açık ederken kötülük bulduğu her şeyin arkasına kendini gizliyor. İyilik sadece “iyilik” olduğu için onu seçmenizi beklerken kötülük binlerce sebep üretiyor. İyilik elinizden geleni yeterli görürken kötülük hep fazlasını, daha da fazlasını istiyor. İyilik saf, sade, kalpten gelen bir mutluluğu vadederken kötülük dünyada elde edemeyeceğiniz şeyin olmadığına sizi inandırıyor. Velhasıl iyilik sizi “insan” olmaya çağırırken kötülük bütün insanlardan “üstün” olduğunuzu her gün kulağınıza üflüyor. İşimiz hiç ama hiç kolay değil ama şükür ki gerçek bir yardımcımız var.
Kötülük elbette hiçbir zaman “kendi” olarak karşımıza çıkmıyor. Dedik ya bin bir suratı var ve ne yazık ki gönül gözü kapalı olanlar çoğu zaman bu suratların arkasını göremiyor. Her kötülük bir diğerinden daha kötü elbet. Lakin biri var ki insanlığı içten içe kemiriyor, bizi her gün daha çok tüketip şeytanı her dakika yüceltiyor. O kötülük “ırkçılık”. Birinden sırf “o” olduğu için nefret etmek, nefret ettirmek. Nasıl tanımladığınızı sizin bile bilmediğiniz “siz”den olmayanı ret etmek, aşağılamak, zulmetmek. Irkçılık da hiçbir zaman “benim” diye karşımıza çıkmıyor. Onun da türlü maskeleri var elbet. Aslında hep aynı oyunu sergiliyor ve her seferinde ihtiyacı olan aktörleri kolaylıkla buluyor. Sömüreceği zaman “bizim” olandan dem vuruyor.
Saldırganlaşacağında “biz” olmanın üstünlüğünü haykırıyor. Nefret tohumu ekip büyütmeye koyulduğunda “bizim” olana sahip çıkmaya çağırıyor. Her seferinde dem vuracak, haykıracak, çağıracak en sivri dilleri ve onları avuçları patlayıncaya kadar alkışlayacak kötülüğün mahkumlarını fazlasıyla buluyor. Artık kötülüğün esir kampları o kadar dolu ki, kalpler o kadar alçaldı o kadar altüst oldu ki insan en büyük kandilin yanacağı o gün yakın diye düşünmeden edemiyor.
Katlettikleri insanların cesetlerini üst üste yığanlar, göçmen kamplarının tel örgülerinin arkasında insan istifleyenler, şeytanı yeryüzüne indirecek merdivenin basamaklarını tek tek döşeyenler ve her dakika içimizden birine insan olduğunu unutturanlar elbette bir gün hesap verecekler. Önce yeryüzünde biz hesap soracağız. Kader durmadan karşımıza hesaplaşacak bir fırsat çıkaracak. İş ki o fırsat geldiğinde gelenin hesaplaşma olduğunu anlayalım. İş ki hesaplaşma günü bizi galip kılacak kadar çok mumumuz olsun ellerimizde ve kötülükle savaşın en güçlü silahının kalplerimize yerleştirildiğini hiç unutmayalım.
Burada sonra sözü bu ülkenin ana muhalefet partisinin başkanına bırakacağız. Okuyun ki o insanlığımızı kemiren kötülük, kelimelerin arkasına saklanıp bir faninin ağzından nasıl dökülüyor, bir kez daha şahit olun. Okuyun ki bu sözleri yanmadan, kavrulmadan alkışlayan ellerin nasıl o cihadın ilk mağlupları olduğunu fark edin. Okuyun ki dil nasıl mağlup olurmuş bir kez daha anlayın. Nihayet okuyun ki kalplerinize sahip çıkıp son cihadı kaybedenlerden olmayın.
“”Bizim” gençlerimiz, çocuklarımız Suriye için Suriye’de şehit oluyor. “Bizim” çocuklarımız, “bizim” evlatlarımız, Anadolu’nun gariban ailelerinin çocukları Suriye için gidiyorlar, Suriye’de şehit oluyorlar. “Onların” gençleri? Türkiye’de. Nasıl oluyor bu? Üstelik iş bulup çalışıyorlar. “Bizim” evlatlarımız, “bizim” çocuklarımız işsiz, “onların” işi var; sigortaları yok, düşük ücretle çalışıyorlar, “bizim” çocuklarımıza iş kapısı kapanmış durumda. Nasıl oluyor bu? İşsiz genç arkadaşım, hâlâ isyan etmeyecek misin? Hâlâ demeyecek misin “Artık yeter, ben bu düzene hayır diyorum” demeyecek misin? Hayır diyeceksin. Hadi diyelim ki “Suriyeliler” geldi, olabilir, savaştan kaçtılar, hiç itirazım yok, alırsın kamplarda tutarsın. 81 ilde Suriyeli var arkadaşlar, bunları niye kamplarda tutmuyorsun? Bakalım bunlara kamplarda, yemeğini, aşını verelim. Esnafın yanında iş yeri açıyor. Açsın mı? Açsın. “Bizim” esnafımız vergi veriyor, “Suriyeli” esnaf vergi vermiyor.
Bu mudur rekabet? Esnaf kardeşim, hâlâ uyanmadın mı? Sen de hâlâ bu düzene “Hayır” demeyecek misin? Sen de hayır de. “Suriyeliler” için kaç lira harcadık? 36 milyar lira, eski parayla 36 katrilyon lira. “Bizim” vatandaşımız hastaneye gider sıra bekler, “Suriyeli” sıra beklemez. “Bizim” vatandaşımız hastanede, eczanede para öder, “Suriyeli” ödemez yani “bizim” vatandaşımız “kendi ülkesinde” ikinci sınıf vatandaş. Sevgili vatandaşım, bu düzene hâlâ “Hayır” demeyecek misin?”
Kötülük, nefret tohumu ekip büyütmeye koyulduğunda, “bizim” olana sahip çıkmaya çağırır.
Ama biz yine hatırlatalım; kader karşımıza her zaman hesaplaşacak fırsatları çıkarır.
Yeter ki o fırsatın geldiğini anlayalım.