Lozan’da kaybettiğimiz adalar
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908’de fiilen, 1909’da ise resmen Osmanlı idaresini ele almasından sonra bir dizi savaşlar dönemi başladı.
Bunlardan ilki birliğini geç tamamlamış ve sömürgecilikte geç kalmış bir devlet olan İtalya ile bugünkü Libya coğrafyasında ve daha ziyade Trablusgarp, Bingazi, Derne ve civarında gerçekleşti. Trablusgarp Savaşı devam ederken Balkanlarda daha büyük bir tehlikenin baş göstermesi üzerine İtalya ile barış yapılması (Ekim 1912) kaçınılmaz oldu.
Yapılan antlaşma gereğince Trablusgarp ve Bingazi’ye tam özerklik tanındı ve dolayısıyla bu yerlerin İtalya tarafından işgal edilmelerine kapı aralandı. Antlaşma maddeleri uyarınca Rodos ve çevresindeki Oniki Ada da, geçici olarak, İtalya’ya bırakıldı. Fakat kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ve topraklarının işgal edilmesi söz konusu adaların iadesinin önündeki en büyük engellerden birisi oldu. Adalar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizim değil, Yunanistan’ın oldu.
Hal böyle olmakla beraber adaların bir de Lozan Konferansı’nda geçirdiği safha var.
İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan’da kendi ellerimizle yıktığımız bir devletin yerine yeni bir devlet kurma çabasının verildiği bir sırada adalar konusunu da devletler ile müzakerelerde bulundu. Diğer bir ifade ile Ege adaları konusu Uşi antlaşması ile sınırlı kalıp bir daha ele alınmamış değildir. Konu Lozan konferansında bir daha gündeme gelmiş ve müzakere edildi.
Ancak Ege adaları ile ilgili olarak, Mussolini, On İki Ada'nın Lozan Konferansı’ndaki tartışmalara dâhil edilmemesini sağladı. Dolayısıyla da geçici olarak İtalya’ya 1912 Uşi antlaşması ile bırakılmış bulunan Oniki Ada’nın durumu müzakere konusu dahi edilemedi.
Hal böyle olunca da konferansta ele alınabilecek olan adalar sadece daha kuzeydeki gruplar oldu.
Zira kuzeyde bulunan ada gruplarının mülkiyetinin kime ait olduğu Türkiye ve Yunanistan arasında savaşın başlamasından beri tartışmalı bir durum arz etmekteydi.
Bu adalar, biri Çanakkale Boğazı girişine yakın, diğeri ise Anadolu kıyılarının aşağısı ve yakınında olmak üzere iki kümeye ayrılmışlardı.
İsmet Paşa, kuzey gruba ait Bozcaada, İmroz ve Semadirek'in Türkiye'ye iade edilmesi gerektiğini, güney grubunu oluşturan Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise bir tür nötürize edilmiş ve özel bir rejime tabi tutulmaları gerektiğini ifade edip (istemeyip) o yönde savunmalar yapmıştı.
Veniselos da bu adaların askersizleştirilmesini kabul etmeye hazırdı, ancak özel bir idare kurumunu kabul etmemişti.
İmroz ve Bozcaada, Limni ve Semadirek adaları coğrafi mevkileri dolayısıyla önemliydi. Çanakkale Boğazı'nın girişine oldukça yakın bir mesafede bulunmaktalardı. Böyle olmaları ise Boğazlar sorunu için öngörülen çözümü zorlaştırmakta ve hatta içinden çıkılmaz bir hale getirmekteydi.
Bu nedenle, Taşöz ve belki de Semadirek'in, Trakya anakarasının sahibi olan ülkeye ait olabileceği ve İmroz ve Bozcaada’nın da Boğazlar için belirlenen aynı kısıtlamalara bağlı olarak, askeri varlığın olmaması şartıyla, Türkiye'ye tahsis edilmesi gerektiği yönünde bir kanaat hâsıl olmuştu.
Güneydeki grupla ilgili olarak, Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise Yunanistan’ın elinde kalmasına karar verilmişti. Fakat bu adaların da askerden arındırılmış olarak elde bulundurulmaları karara bağlanmış ve yerel olarak askere alınan kimselerin askerlik eğitimlerinin mümkün olabileceğine izin verilmişti.
Adalar konusunda böyle bir taksimat söz konusu olmuşsa da adalar Anadolu kıyılarına yakın olduklarından, yerel polis dışında, herhangi bir kuvvetin bu bölgelerde askere alınmasının veya eğitilmesinin yasaklanmasının tercih edilmesi varılan antlaşmanın geçerliliği açısından önemliydi. Hatta buralarda Rum nüfusun iskânının devam etmesi ve giderek artacak olması halinde ise durumun istikbalde çözümlenemez problemlere sebebiyet vereceği de aşikâr bir haldi.
Adalar konusu ve bu konudaki konumumuz gündeme gelip Lozan Antlaşması’nın iddia edildiği gibi bir zafer değil, tam bir hezimet olduğu söylenip antlaşma tenkit edilince, böyle bir yaklaşıma karşı yapılan savunma, hemen konunun çarpıtılması ve “ama biz adaları 1912’de kaybetmedik mi”, diyerek Uşi Antlaşması’na sığınmak olmaktadır.
Evet; adaları biz Uşi Antlaşması ile kaybettik, ama bu kaybediş muvakkaten/geçici bir şart ve suretleydi. Fakat adalar konusu Lozan’da da gündeme geldi, tartışıldı, fakat Uşi Antlaşması’ndan doğan haklarımız galiba iyi savunulamadı. Bırakın Oniki adayı, sair adaları dahi elde etmek maalesef mümkün olamadı.
Daha evvelce de ifade edildiği gibi; İsmet Paşa, kuzey gruba ait Bozcaada, İmroz ve Semadirek'in Türkiye'ye iade edilmesi gerektiğini, güney grubunu oluşturan Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise bir tür nötürize edilmiş ve özel bir rejime tabi tutulmaları icap ettiğini ifade etmiş, o yönde savunmalar yapmış ve fakat ve maalesef istememişti.
Peki, bu durumda biz adaları Uşi’de mi kaybetmiş oluyoruz?
Lozan’ı es mi geçmek gerekiyor?
Ya sonrası.
Savaş sona erdi, yeni Cumhuriyet Türkiye’si kuruldu, fakat Lozan’da alamadığımız Oniki ada İkinci Dünya Savaşı’na kadar İtalyanlarda kaldı. Sonra da Yunanlılara devredildi.
Bu ara dönemde ve sonrasında Türkiye Oniki adayı İtalyanlardan alamaz mıydı? Almak için hangi mücadeleyi verdi?
Biz bugüne kadar Ege’de olup bitenleri kıyıya kurduğumuz masadan seyretmekle meşgul olduk galiba. Var olan Bahriye Vekâleti’nin (1924-1928) kapısına, Yavuz-Havuz davası sonrasında, pireye kızıp yorganı yakarcasına, kilit vurduk. O gündür bu gündür Deniz Bakanlığımız yoktur.
1950’lere kadar da askeri teşkilatımız içerisinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı diye bir birimimiz olmadı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın kurulması ancak 1949 yılında söz konusu oldu. Denizlerimiz ve denizlerimizdeki çıkarlarımız, ilk zamanlar, Deniz Müsteşarlığı (1928-1949)’nın ellerine emanet edildi.
Biz haklı ve şanlı olarak işgalci Yunanı İzmir’de denize döktük. Zannettik ki Yunan boğulup yok oldu. Oysaki denize döktüğümüz Yunan Ege’deki bütün adaları istila ettiği gibi Ege Denizi’nin deniz ticaret ve taşımacılığında da söz sahibi oldu.
Bugün net bir şekilde anlaşılmaktadır ki istikbal göklerde olduğu kadar denizlerde de söz konusudur. Ve maalesef Mavi Vatan, Karadeniz’de tam anlamı ile söz konusu olmakla birlikte, özellikle Akdeniz’de oldukça problemli, Ege’de ise, çok maalesef ki, neredeyse bütünüyle Anadolu’nun kara sınırları ile mahdut haldedir.
Osman Nâmi beyin pek güzel bir surette ifade ettiği üzere; “vasıfları ve hasleti; hata ve günahları; sevap ile ihtişamıyla milletimizin mazisi Türkündür.”
Dolayısıyla bugün gerekli olan ve üzerimize düşen görev önyargılarımızdan soyutlanmış, yalın hakikati benimsemiş, körü körüne hareket etmeyi terk ederek önümüzü görecek surette ilerlemeye azmetmiş olmamız gerektiğidir.