Mustafa Kemal’in Doğu’dan Batı’ya kapsayıcı politikası 2
Aralarındaki diğer siyasî münasebetlere ilaveten 1920’li yıllarda Türkiye ve Afganistan arasında bir ittifak anlaşmasının gerçekleştirilmesi yolunda Ankara’da bir takım çalışmalar yapılması söz konusu olmuştu. Bu tarihlerde Ankara’daki gerek İran ve gerekse Afganistan elçileri İslami harekete gayet ılımlı yaklaşmışlar, Sultan Ahmed Han, Mersin ve Adana’yı ziyaretlerde bulunarak buralarda sadece İslami ideali, İslam ittihadını destekleyen konuşmalar yapmakla kalmamış, fakat aynı zamanda Bolşevizmi şiddetle kınayan beyanlarda bulunmuştu (1).
Diğer taraftan 1 Mart 1921’de Türkiye ile Afganistan arasında Moskova’da bir dostluk anlaşması imzalanmıştı. Antlaşma metnine göre bağımsız Türkiye, Afganistan’ın bağımsızlığını tanımış, taraflar tüm doğu milletlerinin, özellikle Hive ve Buhara halkının kesin özgürlük ve bağımsızlıklarını kabullenmiş, her hangi emperyalist bir saldırı karşısında bu saldırıyı taraflar bizzat kendilerine yapılmış gibi kabul etmeyi ve buna tüm güçleri ile karşı koymayı benimsemiş; taraflardan her biri düşman olan bir devletle anlaşma imzalamama ve başka devletlerle antlaşma yapmadan önce diğer tarafa bilgi vermeyi taahhüt etmişti (2).
Türk-Afgan anlaşmasının imzalanması üzerine Mehmet Muhtar Bey Büyük Millet Meclisi’nin gizli oturumunda bir konuşma yapmıştı. Konuşmasında bu ittifak antlaşmasının öneminden bahsetmiş, Doğu Dünyası’nın Batı emperyalizmine karşı birleşme yoluna gittiğini belirtmiş ve yine bu antlaşmanın imzalanması ile İslamcılık politikasının tahakkukunda ciddi bir adımın daha atılmış olduğunu ifade etmişti (3).
İngilizler, imzalanmış olan söz konusu Türk-Afgan antlaşmasında; bir İslam Konfederasyonu kurulması; Hindistan, Orta Asya, Doğu İran ve Belucistan’da ihtilal propagandası yürütecek örgütler vücuda getirilerek yönetilmesi; Afganistan’ın savunması için bir Türk askerî heyetince stratejik planlar hazırlanarak uygulanması konularını kapsayan bazı gizli maddeler olduğuna inanmışlardı. Ayrıca bu anlaşmanın aynı zamanda herhangi bir anda Batı emperyalizmine karşı ayaklanmaya hazırlık olarak Hindistan İmparatorluğu’na son verecek ve Doğu’da güçlü bir İslam Bloku doğmasına yardımcı olacak İslam Federasyonu’na giden yol olduğuna kani olmuşlardı (4)
10 Ocak 1922’de Afgan bayrağının Ankara’daki Büyükelçilik binasına çekilişi dolayısıyla düzenlenen törende, Afgan kuruluna başkanlık eden Sultan Ahmet Han, iki ülke arasındaki dinî bağların şimdi de resmî ilişkilerle takviye edildiğini, aralarındaki antlaşmanın; İslam dünyasının kurtuluşu için büyük umutlar yarattığını; Türkiye, Afganistan ve Rusya arasındaki ittifakın, Doğu’yu istila emeli besleyenlerin ellerini kıracağını belirtmişti. Bu konuşmaya karşılık veren Mustafa Kemal de, Türkiye ile Afganistan arasında olduğu gibi, Türkiye ile tüm İslam dünyası arasında da güçlü bağlar bulunduğunu, her iki ülkenin ortak çalışmalarının, dünya siyasetinde bir denge yaratmak bakımından önemli olduğunu bildirmiş ve ayrıca: Her İslam yönetimini Afganistan gibi özgür ve bağımsız görmekten gurur duyacağız. Doğu’da baskı altında yaşayanlar, Türkiye, Afganistan ve Sovyet Rusya arasındaki ittifaktan sevinç duymaktadırlar (5), diye ilave etmişti.
Yine bu yıllarda Mustafa Kemal’in itimadını kazanmış olan Abbas Han’ın Mustafa Kemal’e, Buhara, Afganistan ve Hindistan Müslümanları tarafından Türkiye’nin finanse edilme garantisini taşıyan bir plan teklif ettiğine ve bu garantiye karşılık olarak da Anadolu’da kâğıt paranın basılması talebinde bulunduğuna inanılmıştı. Ayrıca bu tarihlerde zikredilen ülkeler arasında iş birliğini sağlamak kastıyla, Abbas Han tarafından Merv üzerinden Afganistan’a gitmek üzere küçük bir heyet yola çıkarılmıştı (6).
İngiliz kaynaklarına göre Mustafa Kemal’in Afganistan’ın Doğu Milletler Birliği’nde yer almasına karşı çıkmasının muhtemel sebebi o günkü Türk siyasetinin Afganistan’ı Batı tesirine karşı Orta Asya’da bir güç dengesi olarak tutmayı planlaması ve iki ülke arasında hızlı haberleşme vasıtalarının gerçekleştirilmesiyle alakalıydı.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra, hazır ol cenge, ister isen sulh u salah sözü yerine Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesi geçerli kılınarak bölge ülkeleri ile dostluk antlaşmaları ve savunma paktları vücuda getirilmeye çalışılmıştı. Diğer bir ifadeyle; 1683 sonrası dış politikadaki müdafaa karakterli Osmanlı geleneği, 1923 sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti dış siyasetinin de temel unsuru haline gelmişti. Bu anlamda 17 Eylül 1930’da Türkiye-Litvanya arasında bir Dostluk Antlaşması imzalanmış, 9 Şubat 1934’te ise Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’yı kapsayan bölgesel bir Balkan Paktı oluşturulmuştu. 7 Nisan 1937’de Türkiye ile Mısır arasında bir dostluk antlaşması yapılmış; yine aynı yıl 8 Temmuz 1937’de, Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı kurulmuş ve oluşturulan bu ittifak 14 Ocak 1938’de TBMM’den onay almıştı. Sadabat Paktı’nı ise 1955’te Türkiye ile Irak arasında oluşturulan Bağdat Paktı izlemişti. Bağdat Paktı’na kuruluşundan kısa bir süre sonra İngiltere, Pakistan ve İran’ın da üye olmaları ve Amerika Birleşik Devletleri’nin müşahit olarak katılımı, ancak Irak’ın zamanla örgütten ayrılmasıyla Bağdat Paktı’nın adı CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) olarak değiştirilmişti. Batıda Balkan Paktı’nın, doğuda ise Sadabat Paktı’nın kurulmuş olması ayakları üzerinde durma çabasında olan yeni Türkiye Cumhuriyeti için şüphesiz ki son derece gerekli ve bir o kadar da yararlı siyasi ve askeri birer girişim olmuştu. Bu ittifaklarla Türkiye Cumhuriyeti, kendisine yönelebilecek dış tehditlere karşı peşinen önlemler almış, bölgesindeki ülkelerle emperyalizme karşı sağlam dostluklar oluşturmaya çalışmıştı.
Sadabat Paktı’nın imzalanması dolayısıyla özellikle bölgede İran’la güçlü bir dayanışma sağlanmış, Hitler idaresindeki Alman ordularının tecavüz ve tasallutundan bu ittifakın da sağladığı siyasi ve askeri caydırıcılık dolayısıyla emin olunabilmişti.
Balkan Paktı’nın imzalanması ile İtalya’nın Akdeniz’deki emperyalist özlemlerine ket vurulmuş, Yunanistan ile Türkiye arasındaki gergin ilişkilerde belirli bir yumuşama görülmüş ve sınırların karşılıklı olarak garanti edilmesi taahhüdü sağlanmıştı. Dış politikada ittifak ve pakt arayışları, Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımı ile de devam etmişti. Aynı yöndeki arayışların bugün de devam ettiği söylenebilir.
Bütün bu arayışlar ve işbirlikleri; yeni kurulan ve zayıf bir askeri, siyasi ve iktisadi yapı içindeki bir devletin mevcudiyetini korumak anlamında belirli bir dönem için geçerli sayılabilir. Siyasi çıkarlar, bölgesel ve uluslararası dengelere bağlı olarak bugün de bu türden ittifaklar içinde yer almayı gerektirebilir ve alınmalıdır da. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi açıdan küçümsenmeyecek bir güce erişmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin; 20. yüzyılın başlarındaki şartlar içinde politik olarak söylenmiş ve söylenmesi gerekmiş olan Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesini yeniden herhangi bir yoruma tabi tutmadan dış politikasının temel unsurlarından biri olarak bugün de benimsemesi pek de makul görünmemektedir. Bu nedenle, ilkenin anlamı üzerinde yeniden durulmalı ve başta Afganistan ile ilişkiler olmak üzere günümüz şartlarına uygun olarak yeniden yorumlanmalıdır.
- Hakimiyet-i Milliye, 1. Sene, no 41, 28 Haziran 1336, s. 3; Sonyel, aynı eser, c. II, s. 58-59, 230; F.O: 406/46. s. 41, no 29/I. 16 April 1921.
- Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı, c. II, s. 58-59.
- F.O: 406/46, no 29/I. 16 April 1921.
- F.O: 371/5170. E-8940. 8 July 1920; Sonyel, aynı eser, c. II, s. 58-59.
- Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı, c. II, s. 230-231.
- Aynı vesika, 20 July 1920.