Müziğin sesini duymayanlar dans edenleri deli sanırlar…
Hayatı hafifletmenin türlü yolları var. Kimi zaman bir kitabın sayfalarında dinlenir ruhun. Kimi gün bir şarkının namelerinde demlenirsin...
Bazı gün yemyeşil ormanlara bakıp, duru oksijenle rahatlarsın. Kimi gün bir martının kanatlarının izinde, denizin iyot kokusuyla nefes alırsın...
Ve fakat öylesine zamanlar da vardır ki ne denizin mavisini, ne de binbir türlü çiçeğin rengini görmez - göremez gözlerin...
Hayat, bir perde çeker zihnine. Seni, sana hapseder. Necip Fazıl’ın ‘Ateşten zehrini tattım bu okun / bir anda kül etti can elmasını / sanki burnum değdi burnuna yokun / kustum öz ağızımdan kafatasımı’ dediği o ıssızlıkta buluverirsin kendini...
İşte böyle zamanlarda, inadına sarılmak lazım içindeki çocuğa...
Yine bir başka büyük yazarın, Borges’in sözleri pusula olmalı böylesi kayboluşlara...
‘Eğer yeniden başlayabilseydim yaşamaya
İkincisinde daha çok hata yapardım
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım
Neşeli olurdum ilkinde olmadığım kadar
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım
Temizlik sorun bile olmazdı asla
Daha çok riske girerdim
Seyahat ederdim daha fazla
Daha çok güneş doğuşu izler
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim
Ve görmediğim birçok yere giderdim...’
Şiirlerin, şarkıların peşinden gidince, aslında her şey basitleşiyor.
Nietzsche’nin dediği gibi müziği duymayanlar belki sizi deli zannediyor ama hayat da inadına dans edince, kimi zaman şarkıyı duymasan bile ancak ve sadece öyle güzelleşiyor..
Var mısınız, benimle oynar mısınız?