Prof. Dr. Aleksandr Dugin, Rus dış politikasını şekillendiren önemli isimlerden biri. Türk-Rus uçak krizinin aşılmasında çok kritik rol oynadı, neredeyse iki ülke arasında mekik dokudu. Putin’e doğrudan verdiği raporlar, iki ülke ilişkilerinin geleceğini belirledi. 15 Temmuz Amerikancı FETÖ darbesinden önce Türkiye’yi uyaran isimdi. Darbe sonrasında Türkiye’ye tam destek verdi, Türk-Rus yakınlaşmasının mimarlarından biri oldu.
Aleksandr Dugin’le Moskova’da buluştuk. Sadece bölge ve dünya gündemini değerlendirmekle kalmadık, Dugin’in teorik yaklaşımlarını da dinledik. Röportajın, Türkiye ile NATO arasında yaşanan son krizden önce yapıldığını da belirtelim.
“Rus Devletindeki Türk Mirası”
Mehmet Perinçek: Avrasyacılık nedir? Avrasyacılık fikri ne zaman ve nerede, hangi olaylar üzerine ortaya çıkmıştır?
Aleksandr Dugin: Avrasyacılık, 20. yüzyılın başında Rus göçmenlerin arasında ortaya çıktı. Rusların bir kısmı devrimden sonra Rusya’nın sınırlarının dışına çıkınca Rus medeniyetinin özü hakkında kafa yormaya başladılar. Geleneksel olarak Rus düşünürler, Rusya’yı Avrupa ülkelerinden biri ve Hıristiyan dünyasının bir parçası olarak değerlendiriyorlardı. Avrasyacılar ise Rus tarihinde diğer halkların da devasa bir rol oynadıklarına dikkat çektiler. Özellikle de Türklerin ve Moğolların. Rusya, bir taraftan Hıristiyan kültürünün bir parçasıydı ve yıkıldıktan sonra Bizans’ın misyonunu sürdürecek Avrupa ülkesiydi. Ama Rusya, diğer taraftan da Cengizhan imparatorluğunun ve Türklerin, Moğolların, diğer Altay halklarının, Avrasya toplumlarının mirasçısıydı.
Bu sebeple Rusya, sadece bir Avrupa ülkesi olarak görülemezdi. Avrupa ve Asya kültürlerinin kesiştiği yerdi. Bu yüzden Trubetskoy, Savitskiy, Aleksyeyev, Subçinskiy gibi Avrasyacılar, Rusya için Doğu ve Batı köklerine dayanan yeni bir uygarlık modeli ortaya koydular. Burada filozof Konstantin Leontyev’i de anmak lazım. O da Rus ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki benzerliklerin ayrımlardan daha fazla olduğuna ve Türk-Slav birliğine dikkat çekmişti. Bu, tamamen devrimci bir ideolojiydi. Ve bu düşünce, hızla Rus göçmenleri arasında yayıldı.
Avrasyacılar, aynı zamanda Sovyet rejimine de önem gösterdiler. Komünist ya da Bolşevik değillerdi hatta ona karşı bile gelmişler ve sonradan yurtdışına çıkmak zorunda da kalmışlardı. Ancak onlar, Bolşevikleri, Rus devlet geleneklerinin sürdürücüleri olarak gördüler. Onlara göre Bolşevikler de Batı kültürünün tamamen zıttı olarak Avrasya kültürünün savunucularıydı.
Avrasyacılar, Slav medeniyeti yerine Avrasya medeniyeti kavramını kullanmayı yeğlediler. Çünkü Doğu Avrupa’nın bazı Slav halkları Avrasya uygarlığına katılabilirdi ama bazıları da Batı kültürünün etkisi altında kalacaktı. Aslında bu analizin doğruluğunu, bugün yaşanan Rusya ve Ukrayna arasındaki çatışma da kanıtladı. Mesela Batı Ukrayna’daki Slavlar kendilerini Avrupa medeniyetinin bir parçası olarak görüyorlar. Doğudakiler, Kırım, Odesa’dan Harkov’a kadar olan bölge de kendini Avrasyalı olarak hissediyor. Mesele burada etnik köken değil, kendini Avrasyalı mı Avrupalı mı gördüğün.
“Batı, İnsanlığa Karşı”
MP: Peki Rusya’da günümüz Avrasyacılığı nasıl şekillendi?
AD: 1980’lerde Sovyetler Birliği çökmeye başladığında biz neo-Avrasyacılar, bu düşüncenin yaşadığımız döneme tam uygun olduğunu gördük. Bunun dışında büyük Rus düşünür N. N. Gumilev’in öğretisi de tarihi Avrasyacılarla neo-Avrasyacılar arasında bir köprü oldu. O da Türkler üzerine birçok eser kaleme aldı, Türk uygarlığının derinliğini aydınlattı. Rus uygarlığıyla Avrupa kültürü arasına kalın bir çizgi çekti. İlk Avrasyacıların ve Gumilev’in düşünceleri temelinde neo-Avrasyacılık ortaya çıktı. Tabii neo-Avrasyacılık’ın gelişiminde jeopolitika, felsefe de büyük rol oynadı. Böylece bilimde, jeoplitikada, stratejide, siyasette yeni bir Avrasya kültürü ortaya çıktı. Avrasyacılık, yeniden Türk-Rus birlikteliğinin zorunluluğunu ortaya koydu. Bu birlik, sadece tarihi bir teori olarak kalmamalıydı. Kazakistan’la, Türkiye’yle, Azerbaycan’la, Türki halklarla somut ittifaka dönüşmeliydi. Neo-Avrasyacılık, doğrudan pratiğe dönük de olmalıydı.
Komünizmden sonra tam bir Batıcı liberalizm hâkim oldu ve çok yıkıcı bir etki gösterdi. Bunun etkisini milliyetçilikle kapamaya çalıştılar. Milliyetçilik ise Batıcı anlamda, Rus kültürünün Asyai köklerine karşı bir şekilde ele alındı, iyi sonuçlar vermedi. Avrasyacılık ise bir zorunluluk ve bunlara alternatif bir düşünce olarak adım adım yayıldı. İlk başlarda daha çok pragmatik sebeplerden.
Uygulanması daha Yeltsin zamanında başladı, Putin döneminde ise hâkim hale geldi. Avrasya Birliği, anti-Amerikan politikalar, Kırım’ın Rusya’ya katılması, Türkiye’yle, İran’la yakınlaşma bunlar hep Avrasyacılığın önermeleri. 100 sene önce Avrasyacılık ortaya çıktığı zaman Trubetskoy, ilk kitabı “Avrupa ve İnsanlık”ta haksız bir şekilde dünyada hegemonya kurmak isteyen Batı’yla insanlığı karşı karşıya koymuştu. Aslında bu, Avrasyacı çok kutuplu dünya modelinin deklarasyonu gibiydi. Ona göre Rusya, Avrupa’ya karşı tüm insanlığa önderlik etmeli, çok kültürlü insanlığın Batı hegemonyasına karşı öncüsü olmalıydı.
Şimdi de Rusya’da her alanda ve tamamen olmasa da dış politikayı, stratejiyi, askeri stratejiyi, diplomasiyi Avrasyacı paradigma belirliyor.
“İttifak Zincirleri Yaygınlaştırılmalı”
MP: Avrasyacılık, Rus yayılmacılığının bir aracı mı? Bu yönde eleştiriler var.
AD: Doğruyu söylemek gerekirse Rus devleti yayılmacılıkla kuruldu. Bu, klasik anlamda sömürgecilik değildi. Çünkü Batı sömürgeciliğinden farklı olarak hiçbir zaman Rusya’da kölecilik yoktu. Yayılmacılık vardı. Katılıyorum.
Yayılmacılık, farklı etaplarda farklı ideolojik şekillere sahipti. Bir zamanlar Rus İmparatorluğu’nun silahlı yayılmacılığı vardı. Bir de ideolojik yayılmacılık dönemi var. Basit bir şekilde toprakların işgali değil, ideolojinin, komünist fikirlerin yaygınlaştırılması söz konusuydu. Bunlar, yayılmacılığın bambaşka iki farklı şekli. Biri doğrudan askeri işgale, diğeri fikirlerin yayılmasına dayanıyor.
Avrasyacılığa gelince, Avrasyacılık yayılmacılığı reddetmiyor. Ama bu, ne Çarlık ne de komünist tarzı bir yayılmacılık. Rusya’nın bugün etkisinin genişlemesi üçüncü başka bir yoldan geçiyor. Bu yol, özel ittifak ağları kurmasını ve bunun yaygınlaştırmasını öngörüyor. Artık Rusya, Çarlık zamanındaki gibi iktidarını ya da komünizm döneminde olduğu gibi ideolojisini dayatmamalı.
Eskiden Türk ve Rus İmparatorlukları birbirlerinin yayılmasını engellediler. Osmanlı, Rusların sıcak denizlere inmesini, Rusya ise Osmanlı’nın Karadeniz bölgesinde, Kafkasya’da, Orta Asya’da genişlemesini durdurdu. İki imparatorluk savaştı ve bu üçüncü güçlere yaradı. Bugün de ne Türkiye’nin ne de Rusya’nın askeri yollarla kendi çıkarlarını gerçekleştirme imkânı var. Her iki ülke de şu an pragmatik bir ideolojiye sahip, dolayısıyla ideolojik yayılma da iki ülke için mümkün değil. O zaman savaşla çözemediğimizi barışla halletmemiz gerekiyor.
Bugün Rusya’nın yayılmacılığı ne siyasi ne ideolojik. Artık ittifaklar yaygınlaştırılmalı. Rusya, bugün daha geniş alanda çıkarlarını savunmak için ittifak bölgelerini genişletmeli. Bu ittifaklar sayesinde amaçlarını gerçekleştirebilir.
“Türk Ordusu’nun Suriye ve Irak Harekâtları Haklı”
Suriye bunun önemli örneklerinden biri. Suriye’de sadece Amerikan’ın Ortadoğu’yu parçalama planları bozguna uğratılmadı. Suriye operasyonlarıyla ilk olarak İran’la, ardından uçak krizinin çözümünden sonra Erdoğan’ın doğru politikalarıyla birlikte Türkiye’yle kurulan derin stratejik ittifaklarla, bölgesel birçok soruna çare olunuyor. İttifak, dostluk ve diğer ülkelerin egemenliklerinin sağlamlaşmasıyla Rusya, kendi çıkarlarını gerçekleştiriyor. Diğer taraftan bugün bahsettiğim anlamdaki yayılmacılığı gerçekleştirmek için müttefik ülkelerin egemenliğini sadece tanımak da yeterli değil. Onları, desteklemek ve tahkim etmek de gerekiyor. Aynısı Türkiye ve İran açısından da geçerli. Onlar açısından da ideolojilerin ihracı sonuç vermedi. Ne Şii yayılmacılığı, ne Pantürkizm ne de Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcılığı.
Tabii milli çıkarların sağlanması için askeri güç kullanılmayacak diye bir şey çok. Ama en uç durumlarda. Mesela bugün Türk Ordusu’nun Suriye’deki, Irak’taki harekâtları ya da Rus Ordusu’nun Suriye’de bulunması gibi. Bunlar haklı ve gerekli.
Avrasyacılığın bugün yayılması, eş düzeydeki stratejik ittifaklar zincirinin kurulması demektir. Kendi amaçlarımıza, diğer ülkelerin egemenliklerine saygı duyarak ulaşabiliriz.
“Rus Yayılmacılığının Zemini Yok”
Bu anlattıklarımda şüphesi olan varsa, başka pragmatik bir duruma dikkat çekmek isterim ayrıca. Rusya’nın işgalci savaş yürütebilecek ve işgal ettiği bölgeleri elde tutabilecek bir gücü de yok. Bizim ciddi ekonomik, toplumsal-siyasi sorunlarımız var. Bunu yapabilecek bir kaynağımız yok. Yani Çarlık döneminin tecrübesini tekrar etmemiz mümkün değil. Eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerindeki etkimiz bile tartışmalı, geçtim diğer devletleri. Dolayısıyla Rus yayılmacılığının zemini dahi yok. Diğer taraftan yayacağımız bir ideolojimiz de yok Sovyet döneminde olduğu gibi. Rusya, bu anlamda korkulacak bir ülke değil. Bu durum, bizim düşmanlarımız olan Atlantikçilerin amaçladığı yayılmacılık gibi bir tehdidi aramızdaki ilişkilerden de kaldırmış oluyor.
“Davet Etmiyoruz, Birlikte Kuracağız”
MP: Avrasyacılık, Türkiye’ye ne sunuyor, ne vaat ediyor? Kurulacak bir Avrasya birliğinde Türkiye’nin bağımsızlığının teminatı ne olacak?
AD: Rusya, Türkiye’ye sadece hali hazırda var olan Şangay İşbirliği Örgütü gibi kuruluşları önermiyor. Türkiye, tabii ki bunlara üye olabilir ama bizim teklifimiz bundan da öte. Biz, Türkiye-Rusya-İran üçgeninin birlikte kurulmasını öneriyoruz. Bu daha kurulmamış, yeni bir örgüt olacak. Buna Avrasya Üçgeni de diyebiliriz. Bu, askeri, siyasi ve stratejik bir ittifak modeli.
Bunun sıfırdan kurulacak olması da iyi. Daha önceden kurulmuş olsaydı, başka birileri tarafından şekillendirilmiş olacaktı. Şimdi eşit ilişkiler temelinde birlikte kurulmasının tam zamanı. Ayrıca kimse kimseyi de bir yere davet etmeyecek, birlikte temelleri atılacak.
“İsrail’in ‘Kürdistan’ Planına Son Veririz”
Bu ittifak, ilk önce ülkelerin toprak bütünlüğü için gerekli. Rusya, Türkiye ve İran’ın toprak bütünlüğünü tüm imkânlarıyla destekleyecek. Eğer biz bir araya gelir, çabalarımızı birleştirirsek bölücülük, farklı radikal güçlerin tehditleri vs. gibi sorunların hepsini çözeriz. Ve burada ne Ortodoksçuluk, ne Şiicilik, ne Sünnicilik olacak. Eşit haklar temelinde bir araya gelinecek. Aslında bu üç büyük imparatorluk geleneğinin, üç bağımsız jeopolitik öznenin Avrasya Üçgeni çerçevesindeki ittifakı olacak.
Böylece Suriye’den Yemen’e, Mısır’a kadar Ortadoğu’nun bütün sorunları çözülebilecek. Rusya, Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’daki çıkarlarını kollayacak, onlar da Rusya’ya Kafkasya’da, Orta Asya’da yardım edecek. Böylece Atlantik kaynaklı bölücülük ve gerçek İslam’dan kopmuş olan radikal hareketler bertaraf edilecek. Ortak düşmanlarımız ve ortak çıkarlarımız söz konusu. Bu sorunların hiçbiri birbirimizle savaşarak ya da rekabet ederek çözülmez. Örneğin bölgenin istikrarsızlaştırılmasında çok büyük rol oynayan Kürt meselesini Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin, Irak’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde birlikte çözebiliriz ve Amerika ile İsrail’in “Kürdistan Planı”nı ilelebet ortadan kaldırabiliriz. Bu ittifakın getireceği ekonomik artılara, enerji alanındaki imkânlara değinmiyorum bile. Batı’nın kuşatmasına, ambargolarına verilebilecek en iyi cevap.
O sebeple biri Avrasyacılığa karşı çıkıyorsa ya konuyu gerçekten anlamamıştır, eksik bilgi sahibidir ya da Türkiye’nin, Rusya’nın, İran’ın düşmanıdır.
Türklerin Avrasya İmparatorlukları
MP: Türkiye’nin tarihinde Avrasyacılığın köklerini görüyor musunuz, yoksa Avrasyacılık Türkiye için tamamen yeni bir strateji mi?
AD: İlk olarak; Türkler, derinliği ve kimliğiyle tam bir Avrasya halkıdır. Şurası çok önemli: Türklerin kimliği Avrasya’yla aynı coğrafyaya sahip olan Turan’dan geliyor. Türkler, etnik, kültür, dil, uygarlık olarak Avrasya steplerinde şekillenmiştir. Bu yüzden Altay’dan, Ergenekon’dan çıkan Türkler, Avrasya uygarlığının tam merkezindedir. Bana göre bir halkın kimliği, çok derin bir mevzu, asla değişmez. Türk kimliğinin psikolojisinin derinlerinde Avrasyacılık yatıyor.
İkinci olarak; Türkler, bir dizi Avrasya imparatorluğunun kurucularıdır. Doğu’yla Batı’yı birleştiren çok geniş topraklara sahip imparatorlukları yönetmişlerdir. Mesela Bulgaristan da Türkler tarafından kurulmuştur. Bulgarlar özünde Türktür, tabii Avrupai unsurlarla karışmıştır ama esası Türktür. Dolayısıyla Türki halklar sadece Doğu’yla değil, Batı’yla da bağlantılıdır.
Sayacak olursak, Selçuklar örneğin, o da tam bir Avrasya devletidir. Avrupa’nın da bir kısmına hâkim olmuş olan Osmanlı da Avrasya imparatorluğudur. Dolayısıyla Avrasya vektörü Türk tarihinin değişmez değeridir. Avrasyacılık, Türkiye için yeni değildir, geçmişten beri doğasında vardır ve sürmektedir.
Devam edelim; Kemalist Türkiye’de de Avrasyacı unsurları görüyoruz. Çünkü Batı modernizminin Türk tarzı bir uygulamasıdır. Hititlere dayanmak mesela çok önemli. Anıtkabir’deki Hitit motiflerine bir bakın. Çağdaşlaşma Batı modelidir ama Kemalizmin özü Türktür.
“Günümüz Türkiye’sinin Stratejisi: Avrasyacılık”
Şimdi de güncel jeopolitika açısından değerlendirelim. 2000’lerin başında Türk siyasetçilerle, Avrasyacılarla, Kemalistlerle ilk kez tanıştığım zaman tamamen Rus Avrasyacılığından bağımsız olarak Türk askeri elitlerinin dahi Avrasyacı modeli benimsediklerini gördüm. Diğer taraftan Erdoğan, Türkiye’deki İslamcı hareket, ilk etapta Avrasyacılar üzerinde baskı kurdular ama adım adım İslamcılığın, Batıcılığın, Atlantikçiliğin, Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcılığının çıkmaz sokak olduğunu gördüler.
Artık Avrasyacılık, iktidarın iradesinden de bağımsız olarak günümüz Türkiye’sinin tek stratejisi haline geldi. Ankara, belki açıktan ilan edilmemiş Avrasyacı bir strateji izliyor. De jure olmasa da de facto bir durum. Ama özellikle darbe girişiminden, Rusya’yla yakınlaşmadan sonra Erdoğan’ın attığı adımlarla bu strateji derinleşiyor.
Dediğim gibi bu strateji, Türk tarihinin derinliklerinde yatıyor. Ben, Türk aydınlarına, tarihçilerine ve felsefecilerine Türklerin Ergenekon’dan çıkışından başlayarak bugüne Türk Avrasyacılığının kökenlerini incelemeyi ve bunları yayınlamayı öneriyorum. Hepimiz için büyük hizmet olur. Türklerin Avrasyacı kimliği benim açımdan tartışmasız. Bunun üzerine kitabımda bir bölüm de ayırdım ama bunun derinleştirilmesi, hatta ciltlerce yazılması gerek.
“Siyasi Elitlerin Ötesinde Halk Avrasyacı Olmuş”
MP: Türkiye’de Avrasyacılığın gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Birçok kez Türkiye’ye geldiniz, farklı Türk siyasetçilerle, askerlerle, bilim çevreleriyle görüştünüz. İzlenimlerinizi ve bu ziyaretlerin Türkiye’yle ilgili düşüncelerinize etkisini anlatabilir misiniz?
AD: Herkesten önce ilk başta Vatan Partisi’yle görüştüm. Onların aracılığıyla da Türkiye’nin önde gelen devlet adamları, siyasetçileriyle bir araya geldim. Beni şaşırtan tamamen Avrasyacılığı benimsemiş kişilerle karşılaşmam oldu. Daha ilk baştan jeopolitik planda birbirimizi net bir şekilde anladık. O zamana kadar Türkiye’yi hep Rusya’nın düşmanı olarak değerlendiriyordum. Ama Perinçek ve 2000’lerin başında tanıştığım askeri çevreler, fikirlerimin değişmesini sağladı. Bilmediğim, Türkiye’nin Kemalist, Avrasyacı yüzüyle tanıştım.Daha yakın dönemde de Avrasya Yerel Yönetimler Birliği Genel Başkanı Hasan Cengiz’le tanıştım. Sayın Cengiz de Doğu Perinçek’lerin yanı sıra uçak krizinden sonra Türk-Rus ilişkilerinin düzeltilmesinde önemli rol oynadı.Türkiye’de çok geniş bir Avrasyacı çevre var. Kemalistler, Vatan Partisi, diğer Avrasya kuruluşları, askeri elitler, milliyetçiler, son dönemde İslamcı çevreler, Türkiye’nin ezici çoğunluğu yüzünü Avrasya’ya dönmüş durumda. Şu anki iktidar ve komuta kademesi için de aynı durum geçerli. Hatta Türkiye’de Avrasyacılığın yükselmesi dolayısıyla FETÖ’cüler ve Davutoğlu da Avrasyacı gibi gözükmek zorunda kaldı bir dönem. Avrasyacılık, Türkiye’de işletim sistemi halini almış durumda.
Yukarıda bahsettiğim Avrasyacılığı bilinçli olarak benimsemiş çevrelerin dışında kendiliğinden Avrasyacı çok geniş kitleler var Türkiye’de. Belki Avrasyacı olduklarının farkında değiller, belki bu terimi daha önce hiç duymadılar bile ama siyasetçi, aydın çevrelerin dışında karşılaştığım birçok sıradan insandan bu fikirleri duydum. Bu, beni oldukça şaşırttı. İstanbul’da, Ankara’da sokakta yürürken, özellikle darbe girişiminden sonra çok daha fazla tanınmaya başladım. Sıradan insanlar, polisler, işçiler, öğrenciler gelip öyle derin, akıl dolu karmaşık sorular soruyorlar ki! Bu, beni çok etkiledi. Türk toplumunun düşünce sistemi, devletin güçlendirilmesine, milli kimliğin korunmasına, bu süreçte Rusya’nın rolünü anlamaya yönelmiş durumda. Türk halkının bizzat kendisi en büyük Avrasyacı olmuş durumda.
“Denktaş, Bende Büyük İz Bıraktı”
MP: Türkiye ziyaretleriniz çerçevesinde merhum Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’la da görüşmüştünüz, hatta sorunun en civcivli olduğu dönemde Aralık 2004’te kendisinin davetlisi olarak KKTC’ye de gitmiştiniz. Denktaş’la ve Kıbrıs meselesiyle ilgili fikirlerinizi de öğrenmek isteriz.
AD: Rauf Denktaş, beni çok derinden etkiledi ve bende büyük iz bıraktı. Bu görüşmeler sayesinde ilk olarak Kıbrıs meselesinin tamamen ABD ve SSCB arasındaki jeopolitik bir oyun olduğunu net bir şekilde gördüm. Burada ne Türklerin ne de Rumların çıkarları önemliydi. Onların çıkarları, sadece büyük jeopolitik oyun için kullanılmıştı. İkinci olarak; Kıbrıs meselesine tek taraflı olarak bakılamayacağını anladım. Bu bence çok önemliydi. Derin kültüre, medeniyete sahip, Rusların kendilerini yakın hissettikleri iki güzel halk, birbirlerine uyguladıkları haksız şiddet sonucunda bölünmüş ve bunun sonucunda iki farklı Kıbrıs ortaya çıkmıştı. Bu noktada bazı şeylerin zorlanmaması gerekiyor, çünkü sorun derinlere dayanıyor.
Türk Kimliğinin Parolası
Denktaş’a gelince; tam egemen bir Türk olarak beni çok etkiledi. Türk zihniyetinin diğer birçok halktan en önemli farkı, Türkün kendisinden talep edildiği şekilde değil, ihtiyacı neyse, doğru bildiği neyse ondan hareketle düşünmesidir. Bu, zihnen ve manevi olarak kimsenin karşısında eğilip bükülmeyen tam bir savaşçı bilinci. Bu, Türk kimliğinin parolasıdır. Birçoğu Türkiye’nin NATO’ya uydu, köle olarak katıldığını düşünür. Bence Türkler hiçbir zaman köle ve uydu olamazlar. SSCB tehdidinden korkarak bu kararı bağımsız olarak verdikleri kanaatindeyim. NATO’dan çıkmak da aynı şekilde bağımsız bir karar olacaktır. Rauf Denktaş, yaptığımız görüşmede Kuzey Kıbrıs konusunda aynı mantığı sergilemişti. Batı’ya dayandıklarında Batı’nın nasıl kendi ağlarını kurduğunu, ülkesinin birliğini dağıtmaya başladığını, adım adım Türk kimliğini yok ettiğini gördüğünü anlatmış ve Batı’nın askeri üslerinin Kuzey Kıbrıs’ta bulunmasına kesin olarak karşı çıktığını belirtmişti. Hep denir ki, Amerikalılar Türklerin Kuzey Kıbrıs’ı almasını sağladı, kısmen doğruluk payı olabilir ama baktığınızda Kuzey Kıbrıs’ta tek bir Amerikan, NATO üssü göremezsiniz. Oysa Güney Kıbrıs’ta var.
Denktaş, daha sonra Türkiye’nin ve KKTC’nin geleceğine dair fikirlerini anlattı. Tamamen Avrasyacı bir bakış açısına sahipti. Avrasyacı bakış açısı, konuyu belki çok iyi bildiğinden değil, esasen en ön cephede savaşmasından, Türk kimliğinin ortadan kaldırılmasına karşı mücadelenin öncüsü olmasından kaynaklanıyordu. Aslında bizim Donetsk, Donbas ve Lugansk’taki liderlerimize çok benziyor şimdi düşününce. Onlar da jeopolitik savaşın ön cephesinde savaşıyorlar. Denktaş da Batı’nın yıkıcı rolünü görmüş ve Batı’nın bırakalım Türkiye’nin egemenliğinin garantörü olmasını, ona yönelik esas tehdidin Batı’dan geldiğini anlamıştı.
“Denktaş’la Aynı Fikirleri Paylaşıyorduk”
Türk tarihinin klasik kuşağının bir temsilcisi olarak Denktaş’la tamamen aynı fikirleri paylaşıyorduk. Bu benim için çok çok önemliydi. Genel olarak Rusya, Güney Kıbrıs’ı desteklemiştir. Etnik, dini bağlar da söz konusu tabii. Ama ben, tam ters tarafa gittim. Ruslar arasında Kuzey Kıbrıs’a ciddi siyasi önem veren ve ziyaret eden tek kişi benim sanırım. Ve bu tecrübeden çok derin dersler çıkardım.
Denktaş, duygulu, coşkulu ve harika bir insandı. İnsan olarak kötü olsa ne olacak? Onu esas önemli kılan halkının çıkarlarını savunmasıydı. Gerisi ikinci dereceden önemli olsa da gerçekten harika bir insandı. O ayrı. Onu çok iyi hatırlıyorum ve anıyorum. En önemlisi de Türk karakterinin temel özelliği olan egemenliğin bir örneği olmasıydı. Denktaş’tan sonra Türkleri ve onların düşünme modelini daha iyi anlamaya başladım. Amerikalılardan, Ruslardan, Araplardan farklı, her halkın kendine has bir düşünme modeli var. Denktaş, Türk düşünme kodunu bana kavrattı.
“Nato, Kürt Kartını Oynuyor, Darbe Tezgâhlıyor”
MP: Size ne zaman sorsalar, her seferinde Türkiye’nin NATO’dan çıkma kararının Türk halkının seçimi olduğunu söylüyorsunuz ve hiçbir zaman Türkiye’nin içişlerine karışma arzusunda olmadığınızı belirtiyorsunuz. Bunu biliyoruz. Peki, dışardan bakıldığında NATO, Türkiye için iyi mi, kötü mü?
AD: Türkiye, Sovyet tehdidine karşı egemenliğini koruyacağı düşüncesiyle NATO’ya girdi. Türkiye’nin bundan amacı, olası gördükleri Sovyet saldırısına karşı topraklarını korumaktı. Türkiye’nin bu kararını yargılamak istemem. Ama Türkiye, NATO’ya girerken bile bağımsızlığını koruma amacındaydı. Hatta karşıtı denebilecek Yunanistan dahi NATO üyesiydi. Türkiye, bu ittifakın içinde karşıtların dahi yer alabileceğini düşündü. Bu, Türkiye’yle NATO arasında bir mesafe kalmasını sağladı.
Ancak SSCB’nin dağılmasından, Sovyet “tehdidinin” de ortadan kalkmasından, Saddam Hüseyin’in devrilmesinden, Irak’ın toprak bütünlüğünün “Kürdistan” projesiyle bozulmasından ve Batı’nın Kürt ayrılıkçılığını desteklemeye başlamasından sonra tüm durum değişti. Türkiye’nin NATO’ya girişi ayrı mesele. Ama bu ittifakın sonucunda Batı tarafından son vuruş da Erdoğan’ı yıkıp kendi kuklasını Türkiye’nin başına geçirmek için CIA’in tezgâhladığı son darbe girişimi oldu. Amaç, Türkiye’de rejimi veya iktidarı değiştirmekten öte iç savaş başlatmaktı.
Olgulara baktığımızda Türkiye’nin NATO’ya giriş amacından tam ters bir durumla karşı karşıya olduğunu görürüz. FETÖ, Amerika’nın etki ajanlığını yapan bir örgüttür. Diğer taraftan Türkiye’nin NATO’ya girmesine sebep olan savaş sonrası yükselen, gerçek bir ideolojiye sahip olan SSCB artık yok. Rusya, parçalanmıştır, güçsüz düşmüştür, ideolojisiz kalmıştır. NATO ise tam tersi Kürt kartını oynamaktadır, Türk devlet yapısını parçalama peşindedir.
Eğer Türkler köle ya da tam uydu olsalardı, NATO’dan çıkıp çıkmama tartışması olmazdı bile. Ancak Türklerin bağımsızlık karakterini ve bunun Kemalistinden İslamcısına kadar millete özgü olduğunu göz önünde bulundurursak Türkiye’nin NATO’dan çıkma emarelerini açık bir şekilde görebiliriz. Türk halkı bunu ne zaman yapacaktır, bu onun kararıdır.
“Türk Ordusu’nu Güçlü Kılan Nato Değil, Askeri Ruh”
MP: Diğer taraftan Türk Ordusu’nun askeri teknolojisi esas olarak NATO’ya bağımlı…
AD: Tabii Türkiye, yarım yüzyıldır bu askeri ittifakın bir parçası. Ancak şu an çok kutuplu dünyada yaşıyoruz. Rusya ve Çin tamamen bağımsız ve dünya çapında askeri teknoloji ve sanayiye sahiptir. İran’ın da bölgesel çapta olsa da bağımsız askeri sanayisi var. Bu bakımdan Rusya, Çin ve İran silah teknolojisi vs. açısından Türkiye için yeterlidir ve NATO’nun boşluğunu doldurabilecektir.
Ayrıca Türk Ordusu’nu dünyanın en büyük, en güçlü ordularından biri yapan NATO silahları değildir. NATO üyesi birçok ülkenin orduları Türk Ordusu’yla kıyas bile kabul etmez. Onlara da NATO silah vermektedir. Mesele silah değildir, mesele Türklüktür, Türk örgütlenme yeteneğidir, askeri ruhtur.
Diğer taraftan bir Avrasya birliğinin kurulmasından bahsediyorsak, ortak bir savunma sistemi de kuracağız doğal olarak. Bu savunma sisteminde Rus nükleer teknolojisi de yer alacak. Kimse tehditlere tek başına karşı koymayacak.
Artık şu açıktır: NATO, Türkiye için güvenlik değil, ana tehdit kaynağıdır. Bölücülük, radikal, Vehhabi gruplar, yarattıkları terör, bunların hepsi ana tehdit kaynağına bağlıdır. Türkiye’nin NATO’da kalması artık egemenlik sorununa dönüşmüştür. Türk halkının kararına gerçekten tesir etmek istemem. Ama Türklerin karakter özelliklerine bakınca er ya da geç bu kararı alacaklarını görüyorum. Türkiye, NATO’ya aynı mantıkla girmiştir ve aynı mantıkla, karakterindeki bağımsızlık ruhuyla da çıkacaktır.
“Darbenin Amacı İç Savaş Çıkarmaktı”
MP: Son dönemde birkaç kez Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) bulundunuz. Suriye Kürtleri de zaman zaman Moskova’ya geliyorlar. Washington’un bu bölgelerdeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
AD: IKBY’ye gittiğim zaman askeri anlamda Amerika’nın hâkim olduğunu, düzeni onların idare ettiğini ve desteklediğini açık bir şekilde gördüm. Aslına bakarsanız ABD, PKK dâhil, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimine 15 Temmuz darbesini önceden haber de vermiş. Girişim başarılı olsaydı Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyeceklerdi, hazırlıklarını yapmışlardı.
ABD’nin bu hareketleri başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine karşı kullandığı açık. Ama Kürtleri sevdiğinden değil. Tek amaç, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu parçalamak. Bunda bir tartışma yok. Ancak Kürtler, nevi şahsına münhasır bir halk. Başlarına buyruklar ve onları idare etmek kolay değil. Kimseye tâbi olmak istemiyorlar. Kürtlerin kendi arasında hiyerarşi de yok, yatay bir örgütlenmeye sahipler. Otorite var ama eşitler arasında saygı görüyor.
Diğer taraftan IKBY’de Barzani ve Talabani, birbirinden tamamen farklı iki kutbu temsil ediyor. Bölgede PKK da oldukça güçlü ve onlar da paralel olarak ayrı bir iktidar. Irak ve Suriye Kürtleri de birbirinden çok farklı. İran ve Türkiye Kürtleri de ayrı. Oldukça karmaşık bir durum söz konusu.
“Kürtler, Başkalarının Oyununda Rehin Alındıklarını Görecekler”
Amerikalıların bu karmaşık yapıyı baştan sona tamamen kontrol edemeyeceğini görüyoruz. Amerika’nın askeri hâkimiyeti, entelektüel düzeyde aynı kuvvete sahip değil. Yani askeri anlamda tam bir bağımlılık varken, entelektüel planda bir boşluk var.
Kürtler, bir tarihe ihtiyaç duyuyorlar ve tarihi görevlerini yerine getirmek için başka bir şansları olmayacağını düşünüyorlar. Diğer taraftan da planının arkasındaki manipülasyonu görüp Kürt devleti fikrine de oldukça ihtiyatlı yaklaşıyorlar.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin günah keçisi ve Amerika’nın elinde ona hizmet eden bir araç olmak istemiyorlar. Ancak Amerika’nın yardımını kendi çıkarları için kullanabileceklerini düşünüyorlar. Fakat Kürtler, başkalarının oyununda rehin alındıklarını görecekler. Terörü ezmek lazım, o ayrı. Ama Kürleri ABD etkisinden kurtarabileceğimiz zamanlara da hazırlanmalıyız.
“Kürt Milli Devletinin Temeli Yok”
MP: Bazen Türk kamuoyunda Rusya’nın bölücü Kürt örgütlerini desteklediğine dair şüpheler oluyor. Diğer taraftan Rusya ve ABD’nin Kürdistan’ın kurulması konusunda anlaştıkları tartışılıyor.
AD: Rusya, kesinlikle Kürdistan’ı tanımıyor ve benimsemiyor. Amerikalılarla da bu konuda anlaşmadı. Amerikalılarla herhangi bir konuda uzlaşmamız zaten mümkün değil. Özellikle de şu an. Ayrı bir şey söylüyorlar, bambaşka şeyler yapıyorlar, hiçbir sözlerinde durmuyorlar vs. Amerika’da anlaşmaya varılabilecek tek bir kimse dahi yok. Dolayısıyla ABD’yle Rusya’nın anlaştığı konusu da tam bir mit.
Ancak Rusya’nın Kürtler üzerinde etkisini kullanabilme şansı var. Fakat Rusya, Kürt politikasını daha yeni oluşturuyor. Dolayısıyla Rusya’nın gizleyebileceği bir planı dahi yok Kürtlere dair. Diğer taraftan Rusya, esas olarak önceden belirttiğim Moskova-Ankara-Tahran üçgeninin kurulmasına yoğunlaşmış durumda. Bu stratejik ittifak için Kürt sorununu çözmek zorundayız. Kürtler, Amerika’nın hep enstrümanı olarak kalırsa, Avrasya Üçgeni hep sabote edilecektir.
Kürtlerle birlikte iş yapılır. Ama Amerikalılar gibi değil. İdeolojik yaklaşımların bir işe yaramayacağını Sovyet tecrübesi de gösterdi. Onların hayata bakışlarını iyi anlamak lazım. Evet, çok büyük etkileri var ama onları sadece Amerikan-İsrail kuklası olarak değerlendirmemek gerek.
Amerikalılar ve İsrailliler de Kürtleri anlayabilmiş değil. Onları “hardware” olarak yönetiyorlar ama Kürt “software”i nedir bilmiyorlar. Kürt “software”ine, yani entelektüel kesimine çok dikkatli ve özenli yaklaşmak lazım.
Ayrıca belirtmek gerekir ki Kürtlerin milli devlet kurabilecek bir temelleri de yok. Birbirlerinden çok farklılar, ortak liderleri, ideolojileri yok.
Rusya, Kürtleri sadece engel olarak ya da Amerika’nın enstrümanı olarak görmüyor. Amerika’nın planlarının farkında olarak ve bölge ülkelerinin toprak bütünlüğü temelinde bir politika geliştirmeye çalışıyor. Bu politika da hiçbir zaman Amerika’nın projesine destek olmayacak.
“İran’sız Olmaz”
MP: Türkiye ve Rusya stratejik müttefik olabilir mi?
AD: Bu aslında en önemli nokta. Fakat bu iki taraflı değil, biraz önce ifade ettiğim gibi üç taraflı bir ittifak olmalı. Karşı tarafın aramıza kama sokmasını engellemek ve iki ülke arasındaki ittifakın daha sağlam olmasını sağlamak için İran’ın da mutlaka bu birliğin içine sokulması gerek.
“FETÖ, Türkleri Robota Çevirmeye Çalıştı”
MP: FETÖ konusundaki fikirlerinizi alabilir miyiz?
AD: FETÖ, Amerika tarafından Türk toplumunu kontrol altında tutmak için kurulmuş bir ağdır ve çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Bu örgüt, Türk toplumunun en güçlü yanlarını çarpıtmayı hedeflemiştir: Sufizm, diğer taraftan milliyetçilik, gelenekselcilik, İslam, entelektüellik vb. Aslında yönetilebilir, egemenliğini kaybetmiş bir toplum, sanal, sahte bir Türkiye yaratmaya, Türkleri bir robota çevirmeye çalışmışlardır. Paralel devletin tehlikesi buradadır.
Diğer taraftan Fetullahçılar, açıktan liberal olsalardı, açıktan devlet düşmanı gözükselerdi onlarla mücadele çok daha kolay olurdu. Dolayısıyla paralel devlet, beşinci değil, altıncı kol faaliyetiydi. Onlar, Türk toplumunun ve devletinin derinlerine sızdılar ve sanki Türk iktidarına ve değerlerine bağlıymış gibi gözüktüler. Beşinci kol faaliyeti, doğrudan ve açıktan devlete, millete karşıdır. Ama altıncı kol, kendini gizler ve sanki sendenmiş gibi davranır.
“Rusya’da Da Paralel Devlet Var”
MP: Peki Rusya’da da paralel devlet yapılanması var mı?
AD: Rusya’da oldukça gelişmiş bir paralel devlet var. Tam bir altıncı kol. FETÖ’yle ortak bir bağları yok. Bunlar, devlet aygıtının tepesine yerleşmiş liberal yapıdır. Fetullahçılar, devlet aygıtıyla içli dışlı olmuş, ona sıkı sıkıya bağlanmıştır, politik sistemin, devlet yapısının ve rejimin bir parçası haline gelmiştir. Fetullahçılar, daha sonrasında sadece muhalefet haline gelmemiş, darbeye kalkışmıştır. Bizdeki paralel devlet de aynen devletin bir parçası olmuştur. Batıcı ve liberaldir. Hükümetin ekonomik işlerinin neredeyse tamamını kontrol etmektedir. Aynı sizde Davutoğlu ve Gül gibi bizde de başbakan paralel devletin, altıncı kolun temsilcisidir.
Kültür ve eğitim işleri onların kontrolü altındadır. Sadece dış politika, askeriye ve istihbarat onların elinde değildir. Batı’yla bağlantı içerisindedirler, onların etkisi altındadırlar. Aslında Rus devletinin en büyük düşmanları ve ona yönelik en büyük tehdit onlardır.
Türkiye ve Erdoğan, bu paralel devlet yapısıyla açıktan çatışmayı yaşamış ve hesaplaşmıştır. Tabii hesap ve çatışmanın bittiği söylenemez, çok derinlere sızdıklarını biliyoruz ama onunla açıktan karşı karşıya gelmiştir. Ama bu süreç, Rusya’da daha yaşanmadı. Hala Putin’e sadık gözükmektedirler. Ama içten içe Rus kimliğinden ve egemenliğinden nefret etmektedirler. Dolayısıyla bizim toplumumuzun içinde bulunduğu durum Türkiye’ye çok benzemektedir.
Ancak paralel devletin karşısında da derin devlet vardır. Ordu ve diplomasi de Avrasyacıların elindedir.“Erdoğan’ın Yeni Bir Düşünce Sistemine İhtiyacı Var”
MP: Türkiye’yi yakın gelecekte ne bekliyor?
AD: Bence Erdoğan’ın önündeki temel mesele, devlete yeni bir düşünce sistemi yaratmak. Geçmişte birkaç modeli denedi: Batıcı, İslamcı, NATO’cu, Neo-Osmanlıcı. Bunların hiçbirinin bugünkü ihtiyaçlara cevap vermeyeceği açık. Türkiye, teknik sorunlarını başarıyla çözdü sayılır, kendisine yönelik tehditlere gerekli cevabı da veriyor. Ama ekonomiden bölücülüğe kadar temel sorunları çözmek için bir ideolojik yapılanmaya ve bir stratejik plana ihtiyaç var. Pragmatizmle bunlara temelli çare bulmak mümkün değil.
Tabii bu ideolojik yapılanma Türkiye’nin meselesi, ama Kemalizm mutlaka bunun bir parçası olmalı. Elbette günümüze uygun hale getirilerek. İslam, tabii ki Türk toplumunun önemli bir parçası ama siyasete karıştığında iyi sonuçlar vermediğini görüyoruz.
Üçüncü Dünya Savaşı Olası mı?
MP: Üçüncü Dünya Savaşı’nı olası görüyor musunuz?
AD: Böyle bir tehlike her zaman mümkün. Silah olduğu sürece düğmesine her zaman basılabilir. Ancak şu an yeni bir savaşın emarelerini görmüyorum. Dünya çok kutupluluğa gidiyor ama bu çok kutupluluk Amerika ve Avrupa için dünyanın sonu değil.
Savaş, hayati çıkarların tehdit altına girmesiyle, birinin birine saldırması, toprağını işgal etmesi, hayatına kastetmesi durumunda kaçınılmaz oluyor. Ama söz konusu Kore, hatta Ortadoğu olunca, bundan savaş çıkacağını düşünmüyorum. Evet, ekonomik açıdan Amerika ya da Avrupa için önemli olabilir. Ama hayati ve ilkesel değil. Amerika bölgeden uzak, Amerika’nın toprak bütünlüğünü tehdit etmiyor.
Öbür yandan Dünya Savaşı’nı körükleyecek ideolojik bir kamplaşma da yok. İkinci dereceden önemli meseleler için savaşa tutuşmak hiç akıl kârı değil.
Dünya Savaşı’na neden olabilecek tek bir sebep var: Batı’nın durumunun düşündüğümüzden çok daha kötü olması. Ekonomide, siyasette durumları çok kritiktir, bunu şimdiye kadar saklamışlardır. Şimdilik öyle bir görüntü yok ama Batı uygarlığına dair en karamsar tablo bile daha savaş için yeterli değil.
O yüzden birilerinin işlerinin fena derecede kötü gitmesini beklemek gerek yeni bir dünya savaşı için. Savaşın başlaması için ya birilerinin çok kaybetmesi ya da birilerinin çok kazanması gerekir. Ben, öyle bir durum görmüyorum şu an. Ama gelecekte ne olur bilemeyiz?
“Trumpizm, Trump’tan Daha Önemli”
MP: Rusya’nın Amerikan seçimlerine müdahale ettiği iddiası hakkında ne söylersiniz?
AD: Kesinlikle gerçeği yansıtmıyor. Hatta Rus paralel devleti, yani altıncı kol, Clinton’ı destekledi seçimlerde. Devasa miktarda olmasa da Clinton’ın kampanyasını ciddi şekilde finanse ettiler. Putin, Trump’a sempati besledi ama o kadar. Müdahale olmadı.
MP: Trump’ı ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?
AD: Trump, seçim kampanyası döneminde geleceğin Amerikan politikasını tasarladı. Bu politika, çok doğruydu, gerçekçiydi, kendi gücüyle orantılıydı, işgalciliğin reddiydi, liberal küreselleşmenin karşısındaydı. Hem Neo-conlara hem de liberal küreselleşmecilere karşı çıktı. Ve bu politika hem insanlığın, hem de Amerika’nın hayrınaydı.
Ancak Trump’ın Beyaz Saray’a gelmesiyle bunu yapacak güç ve imkânı olmadığı görüldü. Şaşırtıcı değil, çünkü Amerikan idaresi ve kurumları baştan aşağı Neo-conların ve küreselleşmecilerin elinde. Steve Bannon dışında üçüncü başka bir yolu savunan yoktu, o da kısa bir sürede görevinden alındı. Aslında Trump, geleneksel ABD politikasına rehin düştü.
Bence Trumpizm ve Trump’ın verdiği sözler, Trump’tan daha önemli. Trump’ın kendisi de olumlu bir faktör. Beyaz Ev’e çıkana kadar doğru şeyler söyledi. Ve bütün bunlar, Neo-con ve kürelleşmeci politikalara zarar veriyor. Eğer olumlu senaryo, yani üçüncü yolun seçilmesi hayata geçmiyorsa, en azından Neo-con ve küreselleşmeci politikaları rahatsız ediyor.
“Nato’dan Çıkmanın Tam Zamanı”
Ayrıca Trump’ın olumsuz adımları da bize yarıyor. Türkiye, Atlantik kampından kurtuluyor, Katar yanımıza geliyor, hatta Suudiler S-400 almaya kalkıyor.
Dolayısıyla Trump, Beyaz Ev’de oturduğu sürece biz, zaman ve manevra alanı kazanacağız. Çok kutuplu dünya planının hızlandırılmasının tam zamanı. NATO’dan çıkılacaksa da en güzel zaman.
Trump’ın önüne gitse, “bırakın gitsinler, onlarsız da yaparız” der. Küreselleşmecilere kalsa, yeni silah göndermeyi önerirler, tutmayacakları yeni sözler verirler, başka yollarla kandırmaya çalışırlar, birkaç darbe daha tezgâhlarlar vs. vs.
Trump’ın rolünü tabii abartmamak lazım ama ben olumlu görüyorum.
“Avrupa’da Milliyetçiler ve Göçmenler Bir Araya Gelmeli”
MP: Avrupa’da milliyetçi partiler yükselişe geçti. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
AD: Bence doğal bir süreç. Mülteci akınının ve Avrupa toplumunun liberalleştirilmesinin doğal bir sonucu.
Belki milliyetçilik bunun çözümü değil ama Avrupalılar açısından durumu kurtarmanın bir aracı olarak görülüyor. “Bunlar faşist” deyip geçmek doğru değil. Bu süreci durdurmak da ancak şöyle olabilir: Mülteci akınına son verirsiniz, Avrupa kimliğini güçlendirirsiniz, bağımsız politikalar izlersiniz, geleneksel değerlere dönersiniz. O zaman milliyetçilik de kalmaz.
Bize düşen görev de Avrupa’daki milliyetçi hareketin çabalarını mültecilerle, “iç düşmanlarla” mücadeleden, farklı kültürlerden insanlarla karşıtlıktan sorunun esas kaynağı Atlantizmle mücadeleye çevirmek. Avrupa’da yoğun bir Türk, İslam ve Rus diasporası var.
Rusya’nın Avrupa milliyetçileri üzerindeki etkisi de hesaba katılmalı. Bunlar bir araya gelip bu temelde çalışmalı. Atlantizm, iki tarafı da, göçmenleri de, milliyetçileri de maniple etmeye çalışıyor. Aslında olması gereken bu iki kutbun bir araya gelmesi ve sorunun kaynağı Atlantizme ve Avrupa’nın elitlerine karşı mücadele etmesi. Eğer bu dayanışma başarılamazsa Avrupa iki kampa bölünecek: Milliyetçiler ve göçmenler. Bu Avrupa’da Atlantikçilerin iktidarını sağlamlaştırır.
Kendine muhalif iki dinamik gücü birbirine kırdırtmak, zayıflatmak ve kendini gizlemek kapitalizmin klasik taktiği.
“İslam Dünyası, Batı Hıristiyanlığından Bize Daha Yakın”
MP: Belki biraz provokatif bir soru soracağım. İslam dünyasını mı, yoksa Batı Hıristiyanlığını mı Rusya’ya daha yakın görüyorsunuz?
AD: İslam dünyası, ilk olarak belirtmek gerekir ki, geleneksel bir toplum. Geleneksel toplum, her zaman Rusya’ya daha yakındır. Çünkü Batı, tamamen geleneksellik karşıtıdır.
Ancak İslam dünyasında da bize uzak farklı eğilimler söz konusu. Mesela sözde laik ama tam liberal kesimler.
Ilımlı İslam da deniyor. Bunlar da geleneksellik karşıtıdır ve çok tehlikelidir. Batı’ya çalışıyorlar. Fakat etkileri çok yüksek değil.
Fakat en tehlikeli olanlar, Selefiler ve Vehhabiler. Dinden geleneksel temeli temizlediğiniz zaman onu bir cemiyete çeviriyorsunuz. Aslında Selefiler ve Vehhabiler, özünde aynı Protestanlar gibidir.
Bu da geleneksellik karşıtı İslam’dır. Uydurma, hiçbir zaman olmamış, köklerinden koparılmış bir İslam’dır.
Batı, Vehhabileri, IŞİD’i, köktencileri tesadüfen desteklememektedir. Tamamen bilinçli bir plan çerçevesindedir bu destek. En Batıcı İslam Vehhabizmdir. İslam’ın bütün zenginliğini alıp götürmekte, liberal uygarlığa uygun yapay zekâ yaratmaktadır.
Rusya’nın doğal olarak bunlarla bir yakınlığı olamaz. Ancak geleneksel İslam, Sufizm, Şiilik Rusya’ya yakındır. Batı Hıristiyanlığı ise bir o kadar uzaktır.
"NATO, Türkiye için ana tehdit kaynağıdır! Çözüm: Ankara-Moskova-Tahran ekseni"
Yörünge dergisine konuşan stratejist ve dış politika uzmanı Aleksander Dugin, Türkiye için en büyük tehdidin NATO olduğunu savundu. NATO'da kalınmasının Türkiye için egemenlik sorunu haline geldiğini belirten Dugin, Çözüm içinse; Ankara-Moskova-Tahran Ekseni'ni önerdi.
İşte, Dugin'in Yörünge Dergisi'nden Mehmet Perinçek'e verdiği röportaj;
“Çözüm: Ankara-Moskova-Tahran Ekseni”Artık şu açıktır: NATO, Türkiye için güvenlik değil, ana tehdit kaynağıdır. Bölücülük, radikal, Vehhabi gruplar, yarattıkları terör, bunların hepsi ana tehdit kaynağına bağlıdır. Türkiye’nin NATO’da kalması artık egemenlik sorununa dönüşmüştür.